28 Haziran 2009

joker

geceyarısıydı. balkon kapısının önünde oturmuş sigara içiyordum, sense gelip kucağıma yatmıştın. sırtımdaki battaniyenin uçlarıyla seni sarmama itiraz ettin her zamanki gibi. "kendini sar, ben üşümüyorum" dedin.

"gülünce joker'e benziyorsun, biliyor musun?" dedim sonra birden, ayışığında yarısı aydınlanan yüzüne ve alabildiğine karanlık gözlerine doğru bakarak.
"bunu o kadar fazla insandan duydum ki" dedin.
ben tutuk ama umursamaz bir ifade yerleştirdim yüzüme, çenemi hafif yukarı kaldırıp ağzımda boğulan dumanı üfledim bir nefeste.
"çocukken aynada joker'in gülüşünü çalışırdım, ona benzemek isterdim hep" dedin.
güldüm ben sana. her zamanki gibi, her şeyden habersiz o gülüşle.

bir gün senin joker'in ta kendisi olabileceğini hiç ama hiç düşünmeden. en kötü kahramanımın gözlerinin içine sevgiyle bakarak, yanaklarını okşayarak balkon duvarına baktım bir süre.

seni en son gördüğüm yerde de, o an sadece gülüşünle değil yüzünün her kıvrımıyla joker'in ta kendisi olduğunu fark etmiştim aslında da kendime itiraf edememiştim.

bunca zaman sonra gelip bunu buraya yazıyor olmam ne seni unuttuğumu gösteriyor ne de hatırladığımı. küçük bir çekmecesin aklımın ücra bir köşesinde, dokunursam açılırsın. bir ay önce ilk kez dokunduğumda yüzümde patlamıştın, şimdi kuruyan bir yaprağın ağaçtan kopup yere düşmesi kadar ya da hava bulutlanınca yağmur yağması kadar sıradan ve olağan geliyor o çekmecenin açılması. eskiden günde 5 kere açıyorsam şimdi 5 günde ancak bir kere belki.

bunları sen okuyasın, göresin diye buraya yazmıyorum. ben okuyayım, göreyim diye yazıyorum. senin benim için ne olup ne olamayacağını şöyle bir yerlere kazıyayım istiyorum. kazıyayım ki taşlar yerine otursun.

şimdi dönüp baktığımda rahatlıkla söyleyebilirim ki seni hiçbir şey için suçlamıyorum. aşkta ya da sevgide adalet aramayı da çoktan bıraktım. sadece, umarım kendimi senin gibilerden sakınmayı öğrenmişimdir. eğer buna vesile olduğunu fark edersem bir gün, gelir mutlaka buradan afili bir teşekkür ederim.

ne yaşadıysak yarı yarıya. sen joker'in kendisiydin ama saçları yeşil olan bendim, sen değil. haaaaa, ben ömründe joker görmemiş bir deniz kızıydım, o ayrı.

20 Haziran 2009

sinbad


çocuktum ben. fena halde çocuktum hem de. bademciklerim şişmişti yine. kışın her hafta şişerdi zaten. neden sonra penadur (bkz. doksanlarda yaşamış bir çocuğun hayatını kabusa çeviren detaylar: nambır van) geldi de kurtulduk o dertten.
çocuktum ya ben, o zaman hep sinbad çıkardı televizyonda. çizgi film olan değil, dizi olan. işte yine öyle bir gün ben hasta ve baygın gözlerle televizyona bakarken sinbad başladı. yarısında uyuyakalıncaya kadar pür dikkat izledim. uyandığımda sinbad bitmişti, akşam haberleri başlamıştı. neden her gün yayınlandığını anlamadığım bir programdı o zaman akşam haberleri. hiç sezon finali yapmazlardı, hem de reha muhtar'lı falan akşam haberleri... uf uf uf.
ama uyanır uyanmaz yüzüm gülmüştü. çünkü annem hamur kızartmıştı. bademciklerimin korkunç ağrısına ve boğazımdaki şurup tadına rağmen iddia ederim ki hayatımda yediğim en güzel yemeklerden biriydi. bütün aile bir aradaydı, aklımda sinbad vardı. ve sen zen gesner, korkarım ki çocukluk aşklarımdan en alengirli olanıydın. bugün de işte seni hatırladım ve 22 yaşını doldurmuş koskocaman bir kadın olarak bu itirafı yapmak istedim.
şimdi çıksan gelsen, elimden tutsan sorgusuz sualsiz gelir miyim, evet! herkesten gerçektin yahu sen!
ve şimdi büyüdüm ya ben, sana benden açık davet:
gelirsen bir gün eğer - belki binbir gece sonra - bir masalda buluşuruz seninle belki, ne dersin? (yaşlandıysan da kafana takma, eminim şimdi bile kalbimi yerinden oynatabilirsin. sevgiler, öpücükler.)

7 Haziran 2009

arabesque

nazlı hanımcım dün gece yarısı kulağımı çekti. yaaaaaaa.
sana bir hafta süre dedi. ne için dedim. yazmak için, yaz artık dedi. ondankelli'de sana tur bindiriyorum neredeyse dedi. yazacaksın, söz mü dedi. söz dedim.

dün öyle sıcak öyle narin bir gündü ki... s beycim beni aldı, besledi, büyüttü. elimden tuttu, beyoğlu'nda sinemaya bile götürdü. çok daha güzel bir film olabilecekken, o malzemeye sahipken, diyalog ve oyunculuklardaki başarısızlıklar yüzünden (evet mehmet ali nuroğlu da dahil) vasat bir film olup çıkmış derviş zaim'in nokta'sı. ilk filmi tabutta rövaşata olan bir yönetmen olarak sen derviş zaim, kusursuz işler çıkarabilirsin halbüse. ama fikir aklına düşünce heyecanlanıp bi çırpıda çektin zannımca filmi. tamam afili de çekmişsin hani, ona sözümüz yok (bir seferde,kamera kapanmadan falan) ama olmaz ki, böyle de yatılmaz ki demiş orhan veli. sana demiş, kulak ver.

bu kadar beyoğlu yeter. şimdi müstakbel (çünkü daha tam anlamıyla taşınmış değilim) evimin (ya nasıl sürprüz ama bilog! çok şükür, ev ev ev!) ilk misafir ağırlaması. ikramsız falan ama olsun. odada henüz sadece yatak-dolap-halı olduğu için kah yatakta kah halı üstünde benim için dünyanın en görsel filmlerinden birini izlemek: what dreams may come veyahut aşkın gücü. elbettabii robin williams. yapılmış yapılacak en oricinal cennet-cehennem tasviri/yorumu. ve bittabi benim gibi bir adama sırf seninle takılmak için cenneti bırakıp cehennemi tercih ettirecek kadar mükemmel bir kadın olduğun için cümlesinde durup ayyyyyyyyyyy diye mayışmaca.
-ne güzel laf de mü morpheus?
-evet heidi.

film sonrası:
-spagetti bolonez yiyeceğiz, evet. evet evet, kola getirin bana, s beycim'e de şeftali suyu. her zamanki gibi.

559/C öncesi:
-çok güzel bir gün geçirdik yahu!
-evet yahu, niye öyle oldu ki?

(nancy sinatra çalıyor içimde hâlâ, bak sen şu işe! you shot me down, bang bang... korkma, "i am not gonna kill bill" bu sefer. hem bill öldü zaten geçen hafta, duymadın mı?)


avuçlarımda günlerdir limon suyu, parmaklarımın ucu limon yanığı. sapsarı bir koku dudağımın kenarında ve adını bilmediğim mavi çiçek göğsümün tam üstünde. yürüyüp geçiyorum istasyondan, sen baktığında upuzun rayları görüyorsun sadece. sonrası iyilik güzellik...