2 Mart 2009

kubla khan : an unusual experience + kırıka

bir müziği "iç"ten sevmek ne demek? kırıka dinlemek demek.
peki kırıka dinlemek için izmirli olmak koşulu aranmakta mıdır? hayır gençler, bunu düşünmeniz çok saçma; aşırtarak, dozunu kaçırarak dinleyebilirsiniz ve sizi temin ederim ki böyle bir koşul aranmamaktadır.
iki günde kaç kere dinlediğimi ben saymadım, bıraktım last fm saysın. sonuçta onun işi bu.
kırıka...kırık...kırık gibi bir başlık atabilirdim yukarıya ama yapmadım. çok ucuz bir başlık olurdu. bedavadan ses oyunu olurdu, yapmadım.
bak şey diycem, "beni böyle sanıyorsunuz ama değilim ki ya da hepimiz böyle yapıyoruz değil mi, ben hepinizden yüksek bir yerde duruyorum ve bunu size herkesten önce ben söylüyorum yaklaşımını 'varoluşçu' felsefeyle harmanlayanlar" diye yeni bir genelleme başlık açtım ben. örnekse:

birey bir: çok yalnızım, çok. otobüste hep cam kenarına oturuyorum, cam hep buğulu oluyor ama hiç temizlemiyorum. şeffaf, nemli bir duvar beni dış dünyadan ayırıyor sanki. elastik, eğilip bükülen bir duvar ama yanıltıcı da. su damlacıkları bakışımı körleştiriyor, bir sisin ötesinde görüp tanıyorum her şeyi. çok büyük hayal kırıklarından yenilip gelmişim gibi yol boyunca başımı cama yaslayıp dışarı bakıyorum. biri beni fark eder de kaçak kaçak izlemeye başlarsa durmadan saatime bakıyorum ki beni meşgul ve her daim yetişecek yeri ve dolayısıyla da acelesi olan insanlardan sansın. ah ne büyük oyunlar bunlar...

birey iki:hepimiz bir varoluşcu felsefe yapıştırıyoruz üzerimize değil mi? seviyoruz yalnızlığımızı, bir derdimiz olsun istiyoruz herkes manasızlıklar içinde yüzerken. karikatürlerden feyz alıyoruz, şarkılarla kendimizi anlatmaya bayılıyoruz. mana arıyoruz demeyeceğim şimdi size, fazlaca kullanılıp eskitilmiş kelimelere bir iyilik de ben yapmayacağım. farklı değilim, değiliz. belki arkamızda bir merdiven var, kim daha önce bulacak merdiveni gerilimiyle yaşıyoruz. kim kalanlara alaycı bir gülüş çakıp hızlıca tırmanacak merdivene. ah ne zor işler kuzum...

bunlardan birisi fena yalan söylüyor ama hangisi? birincisi hissetmediği şeyleri mi anlatıyor yoksa ikincisi yaşayacağı her şeyi yaşayıp gelmiş bir "olgun" gibi mi yapıyor?
hangisi yaşamıyor, yaşayanı kim anlamıyor? tuzağa kim düşüyor, kim kime yeniliyor? hangisi daha "büyük" bu bireylerin? kim kimden rol çalıyor aslında?
yaşayınca kafası karışmayan var mı? kimde ne kaygısı var?

*bu yazı iki gündür bilmemkaç derece ateşle yatak döşek yatmakta olan biri tarafından yazıldı. ya da yazılmadı demeliyim aslında size, rüyada görüldü. bir çeşit divine intervention da vardı evet. duydum ki böyle yazınca bir yazının başına daha inandırıcı oluyormuş. yaşamadım ben aslında bunu, yattım uyudum bir gün, uykuda hazır geldi bu metin bana, ben de daktilocu kız gibi mekanik bir anlayışla buraya geçiriyorum.
demek lazımmış.
bu yazının ne kadarı doğru ona siz karar verin. değerini de buyrun siz biçin.

for more information please return to kubla khan by coleridge.
ek olarak: çok güzel bir çorba olmuş, aferin butonu.
canı sıkılanlar için: sınırsız kullanımlı ahhhhhhh bu hayat! nidası.

Hiç yorum yok: