30 Kasım 2008

mor pelikül-sarı ayna / nazlı&heidi -fasikül 2

gitmiş oturmuştuk terasa akşamüstü. bir senaryo vardı yazılacak. kızdığımız adamlar vardı. feminist bir öfke değildi asla. cinsiyetsiz bir gözle bir cinse kızıyorduk. her şey uzak ülkelerin şekerli hayatları gibi olsun istiyorduk. madem dişiyiz, peri kızı kategorisine açıktan atanabilelim istiyorduk mesela. bir değnek verilsin istiyorduk belki, pullu giysilerden sonra. topuklu ayakkabıların kutusuna koysunlar. 12 yaşında kurduğumuz hayat, atının tıkırtısını dinlediğimiz pirens bizi köşeden alsın istiyorduk belki. ama yok öyle başlamadı.
geciktik. kendi planımıza geciktik. hayat akar derler ya öyle. nasıl dönüyorsa yelkovan akrebe inat bir saat dükkanının vitrininde. bir çark vardı evet, biliyorduk biz de. ama ne yana dönecekti bugün...
malum, kimse doğduğu gibi görünmezdi, dokunursan bozabilirdin bazı adamları. dokunmazsan toz olabilirlerdi ama. ince bir çizgiydi bu. ısı ayarına benzer bir denge. ya çok soğuktu ya çok sıcak. daima. ılık bir kitabın ilk cümlesi olabilirdi ancak. farz-ı misal tante rosa. ya da herhangi bir filmden bir replik.
ne heidi ne nazlı hanım para biriktirmişti çocukken. ama kumbara'nın yolunu biliyorlardı elbet. kahvenin tadını da. tütünün de tabii. ne kadar azdı ama hakikaten bir insanın bir avucuna sığabilecek şeyler.
sen mesela bileğine ne kadar ip dolayabilirsin? düğümleri hiç çözmeden ama. yaaaaaaa her şeyin bir kuralı var küçük hanım. bugüne kadar öğretmedilerse öğren.
heidi'nin başı döndü. nazlı hanım dönmeyi kesti. müzik sustu. bir tüy havalandı, gözden ırak bir köşede. öyle bir gürültüyle yere kondu ki insanlar irkildi. bir yanlışlık, bir yalnızlık, bir rahatsızlık vardı havada. bir baktılar kupalar boşalmıştı. nereye gitmişti onca kahve?
kalkmak vakti. evet şu teras. ayaklarının onları sürüdüğü teras. bir de baktılar ordaydılar, bir de baktılar sıcak şarap dolmuş kupalar. çaktırmadılar, içtiler.
"ha senaryo ne olacak?" dedi nazlı hanım. "dur ben anlatayım sana" dedi heidi. "bir adam var. genç. bütün gencadamlar gibi işte. ne eksik ne fazla. bir de kadın var. bütün kadınlar kadar siyah saçları, bütün kadınlar kadar boyu. ne daha açık ne daha koyu. ne daha kısa ne daha uzun." "eeeeeeee?"
"eeeeeee si bunlar bir gün buluşurlar. o kadar."
"nasıl o kadar? senaryo olmadı ki bu şimdi. hani imkânsızlıklar, hani zorluklara galip gelen aşk? hiç kimse izlemez bu filmi."
"biz niye izliyoruz o zaman kuzum? senle ben. iki küçük kadın küçük beyoğlu'nda aklımızın peliküllerine kazınmış aynı vasat ve klişe filmi her akşam aynı saatte oynatmaktan neden bu kadar zevk alıyoruz?"
sustu masa. can alıcı dedikleri bu olsa gerek diye düşündü. yutkundu bardak, şarabı yaladı afiyetle. bir yağmur başladı.
sustu iki kadın.
bir martı havalandı kimseye duyurmadan kanat sesini.
camın buğusu yeterince davetkârdı herhalde. kimse konuşmaya yanaşmıyordu. neden sonra barmen, "bir tane daha ister misiniz?" dedi. iki kadın da bir ağızdan "evet, lütfen" dedi.
der demez de gözleri buluştu ve bir kahkaha patlattılar. yarın sorsa barmen yine isterlerdi bir tane daha gözlerini kırpmadan. demiştik ya hani, her şeyin bir kuralı var diye. bu da böyle yaşanacaktı demek ki.
belki isa merhametiydi. belki işin özü zaten yaralanmaktı. bir şarkı der ya hani, "geçebilir misin aynadan hiç yara almadan?" diye.
cadde hiç bu kadar uzun görünmemişti gözlerine. ve hiç bu kadar boş.
bileğindeki iplerin ucunda bir uçurtma taşıyordu nazlı hanım.
heidi bileziklerini sayıyordu sakin sakin.
vakit tamamdı.
görüş bitmişti.
vedaydı, elvedaydı.

ama saçlarından öyle renkler akıyordu ki tarifi zor, kelimeler kifayetsiz.
tadını çıkardılar, ne yapsınlar.

29 Kasım 2008

peter sigorta

achtung!
işbu yazıda geçecek olan "peter"den kasıt arkadaşım peter değildir. burada peter dikkatle seçilmiş bir kodadıdır. ben ona mister mm ya da bay b. diyor olabilirim ama siz kısaca peter deyin. evet devam edebilirsiniz şimdi.

taksim'den dönüyorum bu akşam. öyle bakınıyorum otobüsün camından dışarı. daha beşiktaş'a gelmeden 8 tane "peter" yazısı gördüm sağda solda.
peter sigorta
peter otomotiv
peter büfe
peter ot
peter bok
şeklinde.
sonra dedim ki kendi kendime, hisarüstü'ne gidene kadar bir tane daha peter yazısı görürsem gördüğüm yerde inip peter'i arayacağım ve "peter, nerdesin? evde misin? müsaitsen sana geliyorum, beni alsana." diyeceğim dedim. sonra etiler'e varınca 2 tane daha peter gördüm arka arkaya!
ama "ohoooooooo saat çok geç oldu, peter" dedim, "keşke daha erken çağırsaydın, başka zaman gelirim artık" dedim.

- süper heidi
-- bence de
- peter, beni al, ben sizin büfenin önündeyim. aha ha.

evet, komik bizce.

yeşil ceket ve bir tutam tütün

gereksiz baş ağrısının tedavisini bilip de söylemeyeni tavuklar kovalasın bence. evet, bedduam gayet net. aranızda muhakkak cevval "şol tabipler" vardır. susmasınlar çok rica edicim. hayır olmadı bi dere boyuna inip doktor civanım söylemeye başlayacağım o olacak. yo dostum yooooo, bunu hiçbirimiz istemeyiz di mi?
psişik benliğim en ilkel benliğim. çok korkutuyor beni. bugün mesela. sabah uyanıyorum, yatakta doğruluyorum ve "hmmmmm bugün ...'i göreceğim ya da ondan haber alacağım" diyorum. ve gün başlıyor. ein normaler Tag. ganz normal. arada kalbim ritimdışı atıyor (bkz. çarpıntı), o da normal. sonra akşam oluyor nazlı tuzlu hanımcımla konuşuyorum. "akşam haberlerini geçeyim mi?" diyor, "az önce istiklal'de..." "sus söyleme" diyorum, "biliyorum."
"evet" diyor, "...'i gördüm ve şöyle şöyle şöyleydi." şaşırmıyorum, gerek yok ki. bir fermuar reklamında söylendiği gibi: açıyorum kapıyorum, açıyorum kapıyorum ben bunu hep yapıyorum. annem "yıldızı düşük bu kızın" diyor babama. sanki kendisi benden daha psişik değilmiş gibi.
babam "büyüyemedi bu kız" demiş anneme geçende, "kaç yaşına geldi, hâlâ ufacık şeylerle üzüyor kendini" demiş. canım babacım, iyi ki demiş.
konumuz bu değildi ama, evet benim psişikliğim. öyle güçlü ki, çevremdekilere bile yetiyor. bir gün önceden isim yazdırıyorlar, "ya şu filanca insana yoğunlaşsana, onu görmem lâzım" diyorlar, ben de yapıyorum hemen. let di sanşayn in sadece. oh çakralarım da açık. aha ha.

geçelim bunları. burnuma şıcak şarap kokusu geliyor nazlı hanımcım, siz de duyuyor musunuz?
belki kombara belki vazgal.
belki betty, belki kristofır.
çocuklar inanın, inanın çocuklar.
günlerden güz, mevsim sepya. (bkz. sezen aksu-istanbul hatırası)

26 Kasım 2008

neden?

berbat ruhlu şiir denemelerim var! dünden beri mantar gibi çoğalıyorlar hem de. dakikaya takriben çeyreğin altıda biri tam şiir düşüyor, ne demekse o.
ne fena ki her birini bitirdiğimde "yahu güzel oldu bu sanki" diyorum ve kendimi alıp hemen filanca şiir ödülü törenine konduruyorum. "şiire getirdiği biçimsel yenilikten öte kırılmalı bir imgelem..." diye başlayan konuşmalar yazıyorum kafamdan.
hayatta yapmadığım bir şey bu. şiir yazmak ve dahası şair ya da yazar olduğumu hayal etmek. düşünce sempatizanı ve yazıya protest bir kişiliğim olduğundan.
"konuşarak yeterince anlam tüketiyoruz zaten, yazmak da neyin nesi?" desem yer yerinden oynar. "e e edebiyata inanmıyor musun küçük hanım?" olur. inanıyorum küçük bey. hatta edebiyatı seçmişim ben bilmem farkında mısın? inanmak başka yapmak başka di mi?
"e yazınca anlamını yitiriyorsa her şey, salak mı bu adamlar kadınlar çatır çatır yazıyorlar?" aksine, çatır çatır yazıyorlar işte. demek ki suçluluk duymuyorlar, zihinlerinin girift durumuna hakaret ettiklerini düşünmüyorlar, ne güzel. yazınca arınabiliyorlardır bile belki.
benim derdim o yazanlar/yazabilenler/yazmayı seçenler taburuyla değil ki. kendimle.
yazılmış bir şey asla ve asla kusursuz olamaz diye düşünüyorum ben. yazmak yazıyı yakalamak çünkü, halbuki kusursuz olması için akması gerekir. akarsa da zaten yazı olmaz onun adı düşünce olur. düşünce bile aklın ikinci şansıyken yazıdan söz etmeyelim bile hiç.
"haaaaaaaa,yazıyorsun bak işte, ona ne diyeceksin?"
hah işte onu diyorum ben de. neden?

24 Kasım 2008

karınca ile yıldız

kimse darılmasın, kırılmasın lütfen.
karınca ile yıldız'ın hikâyesi bu sene aldığım en güzel hediyeydi.

avucumda
sın
ka
rınca
ve
avucum
sıcacık
senin
yüzün
den!

mor bir sıcaklık yayıyorsun daima. kimsin nesin sen?
şanssın!
iyi ki varsın!

22 Kasım 2008

acıbadem kurabiyesi / 22 dönüm

yarın benim doğum günüm. ama ben bugünden yazıyorum.
22 yirmi iki 22 oluyorum ben!
yok, banane 20'yim iki senedir, öyle geliyor bana. yaşlanma korkusundan falan değil. hissedemiyorum işte 21'i, 22'yi ne yapayım. 23 öyle değil bak, onu hissedeceğim bence seneye. orijinal bir yaş o. dolu görünüyor sayfaya yazınca. yirrrrrrmi üçççççççç! boru değil diyeceğim seneye. şimdilik fısır fısır bir yirmi iki var elimde. o da dolu dolu değil.
gün almak diye bir şey var ya. anne lafı o bence. dolu dolu 21 teyzesi, 22'den gün alıyor. sanki hayattan çalıyor, sanki zamandan alacağı var. yok öyle bir şey. yalan bunlar. 22'den gün falan almıyorum. dolu dolu 20'yim ben. öyle. hoşunuza giderse.

garip bir doğum günü oloor, ben anlamoor.
herkes önceden kutladı, yarına kimse kalmadı mesela. sadece annem ve babam, bi de biraz geç kutlamaya karar vermiş bir mösyö var.
ben bile bugün kutladım. sarıyer'den kabataş'a sahil gezdim, inat ettim inmedim bebek'te. karnımdaki yapışkan sancı alkış tuttu cesaretime ve kararlılığıma.
yalnız kutladım doğum günümü. 2 yıllık kalabalıktan sonra. biraz kitapçı gezdim, kitaplara baktım, müzik duydum. çok güzel bir 2009 takvimi gördüm, hem de klimt vardı içinde ama onu kolumun altına sıkıştırıp yurda dönersem asacak yer bulamam ve mutsuz olurum diye satın almayı reddettim. sadece bir kupa aldım kendime. böyle üstüne çay koymalı, demlemeli, çin ya da capon minyatürlü, bilemedim şimdi hangisi.
sonra dooooooru 7-8 hasanpaşa fırını. saat 12'yi geçmişse kesin acıbadem kurabiyesi çıkmıştır. ascık olsun. 250 gram yeter. annem kızıyo, çok tatlı yeme dişlerin çürür sonra, evde kalırsın zira diyor.

lodosta tüy gibi hafiftim yokuş aşağı. turuncu bir yaprak kondu mavi kabanıma ben de sessizce fotoğrafını çektim.
doğum günüm kutlu olsun. mutlu olsun. hep boncuktan kuşlar olsun.

ferfecir

günlerdir bir baş ağrısı benimle birlikte ama önüne hangi sıfatı getirsem bilemedim. gereksiz başağrısı-sebepsiz başağrısı-bıktıran başağrısı-uyutan başağrısı-haybeye başağrısı-mavi başağrısı-kaka başağrısı. böyle bin kere yazınca geçer belki. lanet başağrısı!
ya da çivi çiviyi söker kaidesi göz önünde bulundurulursa sarıyer dağlarında soğuk kapmaca oynamak da elbet bi tedavi şekli olabilir cicim. verirsin kafayı rüzgâra zekeriyaköy'de, oh mis.
rüzgâr da abarttı zaten bugün esmeyi, ben gittim o arkamdan geldi. az gittim uz gittim deniz bitti, valla bitti.
sarıyer'e doğru deniz bitecek, sakın şaşırma da diyebilirmiş orhan veli, gemlik'e kadar gitmesine gerek yokmuş halbuki.
saç-ma. saç-ı-ma. fes başıma. yuh!
ne kadar sıkıldığım belli oluyor herhalde.

YARINA EK OLARAK KARIN AĞRISI ÇIKARMAYI DÜŞÜNÜYORUM. NASIL FİKİR AMA?

- hisarüstü geçer burdan di mi?

- elbettt-e!

18 Kasım 2008

askı / tutku / tepki

bu sabah uyanınca inandım ki kış var.
çok pis yağmur yağıyor istanbul'da. şaka şaka, temiz yağıyor. aha ha. iğrencim evet. ama nasıl yağıyor biliyor musunuz, böyle yandan yandan. hafif kalleş hani: ha ha kim dedi ki yağdığımı cicim, yağmıyorum ki ben aslında diyerek, içerden içerden yağıyor. sinsi yağmur. köprü toz-duman yine. kale (hisar evet, evet rumeli) sudan çıkmış balık gibi, yahut duştan çıkmış kadın saçı gibi. sular süzülüyor kertiklerinden.
internet problemli yine, şu kadarcık postu bile yazdırmıyor bana. bak ne güzel şikayet etmiyordum al işte internetten yakınıyorum bu sefer de.
çok kültürel olacağım bu hafta yine, uyarırım. mesela mesela bu akşam tiyatro, hem tiyatro hem venedik taciri, hem de çok ayıp belki ama can başak. niye? çünkü bence sahnede ya da televizyonda görebileceğimiz en doğal aktörlerden biri. şirin bi de. hani hiç tanımadan ısındığımız insanlar vardır, onlardan. (kim anacım can başak? diyen varsa çaktırmasın, aratsın efendim hemencecik. şşşşşt, aramızda).
ay hayır heyecanlanmayayım diyorum ama şimdi pazartesi tanışabilirim de ben can başak'la, o da var. yaaaaaaa.
nasıl? demeyin. sır orası, şimdiden söylenmez, pazartesi gelsin söylerim.

ben siz olsam şebnem ferah dinlerdim bugün akşama kadar. ama sadece bugün. bildiniz siz o şarkıyı.

16 Kasım 2008

kapatma tükkanı! daha vakit var!

etkiler alıyorum efendim!
(eskiler alıyorum,eskiciiiiiii gibi oldu bu, idare edin). ama baskı altındayım. kulisten sesler geliyor, kapatma sakın biloguuuuuu diye. meğer sessiz okuyucular varmış, utanıyorlarmış şarkıya eşlik etmeye.
ama telaşlandım bak ben şimdi. kim okuyor, ne düşünüyor, merak ediyorum bunları. tanıyor muyum hepsini, onlar beni tanıyor mu?

saat 17, şimdi haberleri veriyoruz......
heidi çalakalem'e daimi 5 çayına gitti. gönül dostları artık ikimizi de okumak zorunda. sağ yanda altta gördüğünüz üzere heidi'nin nazlı mı nazlı bi misafiri var artık. bundan sonra bana bakan ona da bakıp çıkacak ona göre. hem nazlıdır ki kendisi ne nazlı. yazmaz öyle hemencecik. o yüzden gün saymalı bağlantı şeysi koydum ki ben bazen ne kadar tembelleştiğini ve uzun sürelerle yazmadığını görsün anlasın, kalemine sarılsın diye. en çok da fosforlu kalemine. laf aramızda en çok onu severim ben.

onun dışında evdeyim ben. boncuk, pamuk ve fıstık hanımın ve sarı beyzadenin selamları var, onları tanıyan ablalarının ve abilerinin ellerinden öperler. evet azizim 4 tane oldular bizim bahçenin yünlü mü yünlü kibirli mi kibirli sakinleri. ve bana koşullanmayı başardılar. dün akşam beni yolun başında karşıladılar karşılamasına da kara kaşıma gözüme değil elbet. heidi apla=bavul=whiskas paketi. yaaaaaaa. sarı beyzade yırtarcasına açtı paketi, hanımlara ikram etmeyi de ihmal etmedi ama, kibardır çünkü.

onun da dışında, ya dışındasındır çemberin ya da içinde yer alacaksın işte..... çünkü yoksan yoksundur. istanbul sınırlarındaysan nüfus bir adam boyu artar. rakım etkilenmez.

şimdi istanbul'da olman gerekti. köprüde balık-ekmek sözün var. ama hainsin! bu havada gidilmez!

15 Kasım 2008

quetzal ekseninde bir "çift ruhluluk" hikâyesi

bir şeyler yazmak zorunda hissediyorum kendimi diye yazıyorum, kimse üstüne alınmasın o yüzden. tabii alınmak isteyen alınabilir de, durum müsait. zaten iyice böyle bir dert kürsüsü, sitem objesi oldu bu bilog. o yüzden her an dükkanı kapatıp gidebilirim ahali, haberiniz olsun.
_____________
neyse sitem edecek şeyler bulmak güzel yine de, insanın şaşıracak şeyleri olması güzel. bu aralar ben insanlara şaşırıyorum mesela. yok bi şey, hiç işte öyle genel. dedim ya kimse alınganlık göstermesin. nazan (öncel) alınsın bi tek, beni günlerdir öncellemelere maruz bıraktığı için. yarın eve yolculuk var ama beni geçirmeye kardeşim gelmesin. ah nazan ah, yapmazdın sen böyle şeyler...
{{{{{{{{{{{{{{{{{
kulağımda çınlayan bir ses var günlerdir. gözümde bir göz. dahası yok. dahası daha vakit var.
{{{{{{{{{{{{{{{{{
daha az su, daha çok sigara diye kabaca özetlesem geçen zamanı. su içmeyi unutan insan! yok kitap adı değil,benim o. boynuma 1,5 litrelik bi su şişesi asmazsam tam 5 gün 1 litre su ile idare edebiliyorum, gık demiyorum. sadece 2 günden sonra göz altlarım morarıyor, yüzüm sararıyor. olsun ziyan yok, bunun beni havalı gösterdiğini düşünüyorum.
------------- ---------- ------- ------- -
kış geliyor ulen, hakkaten geliyor. ama yıllardır ilk defa sokaklara vurmak istemiyorum kendimi. yüzüm üşüyor çünkü. ne salak bahane yarabbim. elbet üşüyecek, yüz bu. yüze bere, yüze atkı yok. fazla rüzgâr alıyorsa bi yüz, hiç çıkmasın dışarı daha iyi. depresyon hırkası, bik bik bik.

delice gitmek istediğim yerler birikiyor. hem öyle beylik, ahım şahım yerler değil. ortaköy, fener, eyüp, karaköy, gibi yerler. bazılarına yalnız gidilecek, bazıları için özel adaylar var, eleme yapiciim, aha ha.
mesela fener'e sadece bi insanla gidilecek, kumkapı'ya da. oraları iyi bilen, anlayan, koşulsuz seven biriyle. ortaköy? hmmmmmm,bilmiyorum kim götürse giderim. gümüş bi kolye ucu alınacak köşedeki malum gümüşçüden. bilmem, belki bu sefer balık, en son kelebekti.
yahu ada nasıldır acaba şimdi, bu mevsimde. hiç gitmedim ki.
vapur güzeldir, vapur her daim güzel zaten. hele çay varsa vapur en iyisidir. vapur en güzel icattır!
köprü bu saatte neden bu kadar boş? neden sis var? neden ay dolunay bu gece? neden ordasın? neden burdayım?
neden böyle bir güzellik var yeryüzünde? kimin için?

10 Kasım 2008

dumbo

hayır bi şey yok da dumbo olasım var sadece. kulaklarım müsait. bence kilometrelerce uçabilirim, ne dersin?

evet morlar kadar sevmelisin beni. çünkü morlar hakikaten güzeldir.

8 Kasım 2008

öylesine öylece

sevgili n..... hanımcığıma mesaj attım az önce ve dedim ki:

kuzum, içimde bu akşam beyoğlu'nda bi çağan ırmak filmine gidip mazoşist kadınlar gibi böğürerek ağlama isteği var. mısır da olsun, selpak da alalım tükandan...

ama çalışıyordur o şimdi yoğun yoğun, görmez mesajı. iş kadını oldu malum.
e ama mesai bitsin artık!

dürtüldükten sonra gelen not: evet efendim, bence de çağan ırmak kötü bir yönetmen ve çok iyi bir duygu sömürücüsüdür!

ekil ekil eklenti: n..... hanımcım görmedi elbettabii mesacımızı. olsun manzara yaptık biz de kahve kupalarımızla. güzel oldu. o inciler döktürdü yine. ben de cümleleri kendime yonttum.

sen leyla değilsin, leyla benim içimde geldi aklımıza sonra. çok kullanışlı bulduk bu cümleyi. leyla'yı çıkardık, yerine bir sürü isim denedik ama söyleyemem size şimdi onları, çok ayıp. cıs.

6 Kasım 2008

şampuan

yaşar "senin aşkın bana şampuan, ne yüzü ne de gözümü yakmayan" dizelerini de üretebildiyse artık kariyerinin zirvesine gelmiştir. oturmalıdır, hiçbir şey yapmamalıdır.

skandâL gerçekten!

teşekkürler last fm!

elif

elif benim arkadaşımdı. ilkokuldaydık. çocuktuk. zil çalınca bahçeye çıkar top oynardık. uzun teneffüs vardı. çok uzun. 30 dakika. yemek yemezdik, oyun oynardık. sınıftaki 15 kızdan biriydi elif. onlar gibiydi. onlardan çok farklıydı. su gibi duruydu. güney gibi sıcaktı.
liseye gitmedi elif. üniversiteye de gidemedi. çalışıyordu elif. ben görmedim elif'i senelerdir. annem görmüş iki gün önce caddede. alışverişten dönüyormuş elif. evlenmiş elif 6 ay önce. hamileymiş, hem de 2 aylık. 21'inde var yok elif.
ne yapıyor muşum ben, beni severmiş elif. selamlarını söylermiş. gitmesi gerekmiş şimdi, kocası merak edermiş.
ah elif, çocuk arkadaşım elif, kadın arkadaşım elif, sadece eski arkadaşım elif.
bakma sen bana, saçmaladım gene.
mutlu ol elif, su gibi gülümse, gül elif.

4 Kasım 2008

i can, you? (with the help of nuri bilge ceylan)

"I can, you can, what can you do?" cümle kalıpçığı ozmo ile ingilizce serisinden bana kalan yegâne cümledir.
o zaman çocuktuk tabii, yıllardan milenyumdu, aa a ne sistematik, ne hoş cümle diyorduk. büyüdük serpildik gördük ki, öyle ecnebice i can, you can deyince olmuyormuş, yapılamıyormuş bazı şeyler. ya da yapılan yarım kalabiliyormuş. ya da başka başka sorunlar açılıyormuş önümüzde: i can, you can't. i can, you can understand if you want. i can, you'll ever never understand in your whole life, gibi gibi.



i can see, i can feel, you can hesitate, you can only fear. aha ahah ha.

sen görmeyen maymun ol o zaman, ben de duymayan maymun.
ikimiz de konuşmuyoruz nasıl olsa.

to the memory of an august beetle. just a random choice.

2 Kasım 2008

en uzun hikâyem

bu hikâyeden gidemediğim günlerin hesabını ben biliyorum ya şimdi, haricî hesaplara lüzum yok o hâlde. bu hikâyeye vereceğim kalmasın da alacağım umrumda bile değil.

her zaman böyle olmazdı, böyle olacak diye de başlanmazdı bir hikâyeye: bu düpedüz aptallıktı. bir filmi defalarca izledikten sonra anlamadıysak eğer "görmedim ben o filmi daha" demekti. bilmemkaçıncı tekrarı izlerken "bu sefer anlayacağım" diyerek kahramanların gücüne sonsuz ve saf bir inançla bağlanmaktı.

yaşadığımın yarısını kaplamıştı bu hikâye, ama bir o kadar daha yaşasam elimde hiçbir şey kalmayacağını görmekti esas olan.

aldım-verdim-ben-seni-yendim yazısı yazılmayacaktı, can yakılmayacaktı. ama kurallar baştan bozulmuştu.

zaten işlenmişti bu hikâye yakın zamanda bu sanal arşivde bir yerlerde, isteyen arayıp bulabilirdi.
zamanında çok konuşmamdandı şimdi susmam ya da aslında hiç konuşmadığımdan.

her şey tamam da şimdi koskoca bir hiçlik durmasa orada öylece...

sustu heidi, bu kadarı bile fazlaydı.