30 Aralık 2008

yıllaaaaaaar başı!*

bir önceki yazıda 'yılbaşı sevingeni cici bilog kızı' olmuşum, şimdi o imajı biraz talan edelim. azıcık da şirret tarafımızı görsünler. yani yine yılbaşı sevingeni olacağım ama, kızdığım bir şeyler var.
bu bilog camiası tuhaf şey dostlar. şimdi her blogger'ın elinde bir silah var, bilog. hem de kullanımı sınırsız, rahatça sıkabilirsiniz sağa sola. ortaya.
ben acıyla gördüm ki tuhaf bir "hatun blogger'ın yılbaşına tepkisi" durumu var. evet, genellemeleri seviyorum, ne var. evet hepsi kadın.
efendim, bu gruba giren bloggerlar diyorlar ki yılbaşını sevmiyorum, ay ne iğrenç. her yer sim, her yer kırmızı, her yer köpükten hoşgeldin 2009, hayır yani bunlardan hoşlandığımızı mı düşünüyorlar...
buraya kadar normal. anormal olan bundan sonrası. çok değil bir post sonra görüyoruz ki bu hanım kızlarımız tam 9689776 saat yılbaşı için hediye alışverişine çıkmışlar ve bunu ayrıntılarıyla bize aktarmışlar.
ne oldu yaptığınız onca felsefe, çöpe gitti. yok efendim bunlar popüler kültür dayatması, gerek yok böyle şeylere, sosyolojik ve politik olarak... ıvır ve zıvır. daha çok zırvalama.

kutlayacaksan kutla kardeşim, rahat hisset kendini kutlarken. ne var yani. kasma, ay nereye gitti benim sofistike imajım deme. en yakın kız arkadaşına hediye edilecek en mükemmel kırmızı mumu 5 saat aradın diye ezildiğinden bunu gizlemek için 5 sayfa yazı yazma. yorma, yor-ma.beni değil kendini.
kafanda bir şapka, ağzında bir düdükle giriyorsan yeni yıla hiç zararı yok, ertesi gün çöpe atarsın onları kurtulursun. kutlamıyorsan yılbaşını, karşıysan otur evinde madam ona da karışan yok.
yılın bir günü işte bu da, diğerleri gibi geçip gidecek. bırak başka insanlar ne yapmış, sen kendine bak. istediğin güne istediğin anlamı yükleyebilirsin. hem bu daha samimi.
aman neyse, beni niye geriyorsa. işte böyle böyle kadirşinas okur, dert yandım azıcık sana geçti.

o değil de ben pencerenin altındaki kedileri ve köpekleri düşünüyorum şimdi. sahi onlar ne olacak bu karda kışta? ay pardon yani hangi mekânda kutlayacaklar acaba bu yılbaşınııııııııı?!

yeni yıl herkese kutlu ve mutlu olsun ama sanmam ki değişik geçsin. biz ne yıllar gördük, bu da diğerleri gibi geçip gidecek işte.
sağlıcakla kalın.

*başlık için bkz. kuzenin 4 yaşındaki kızı eylim hanımcığımın yılbaşı tebriği. : )

29 Aralık 2008

sıpeşıl invitation for the new year! peh!

elimizde bir liste var. bir de aktivite var. yapılacak iş listede adı bulunan herkesi bu aktiviteye davet etmek. konser olur, parti olur, kutlama olur, öyle bi şey. insanlar da arkadaşlar, ne bileyim tanıdıklar, akrabalar.
ama bu listede öyle bir isim var ki onu davet etmemeliyiz aslında. bilmiyoruz neden, ama etmemeliyiz işte. çünkü onun adı geçince susuyoruz, ne diyeceğimizi bilemiyoruz. o bir şey sorsa cevap vermiyoruz, öylece geçip gidiyor falan.

şimdi sorarım size, bu durumda o insanı davetliler listesinden çıkarmak mı daha ayıp yoksa onu inatla orada tutarak göz göre göre "bak seni de çağırdım ama sen gelme bence" demek mi daha ayıp?
yani bir nevi "gönülsüz davetkâr" olarak tanımlayabileceğimiz bu olgu nedir, ne değildir? hangi insanlar gönülsüz davetkâr olur? yorumlarınızı bekliyorum. posta adresim: 8679798... ahahahaa, şaka şaka. posta kutum yok benim. evim olunca alıcam.

neyse, sizi ciddiyete davet ediyorum heidi hanım!
evet. öhö öhö.
dikkat! bu bir sadık okuyucu avıdır. sadık okuyucular yukarıda sorgulanan şeye çözüm getirmekle yükümlüdür. eğer getirirlerse monitörlerinde çiçek açacaktır, ya da biraz daha fazla kar yağacaktır. ya da ne isterlerse. hadi bakalım.

*bu arada hakikaten iyi oldu hatırlattığın; yeni yıl yeni yıl yeni yıl yeni yıl bizlere kutlu/mutlu olsun!

27 Aralık 2008

hangimsin sen benim?

ya metin kemal kahraman'lar sana çok yakışıyor ya sen onlara uyuyorsun. hangisi bilemedim. bir masal kuşu olsun, ne bileyim bir ferfecir olsun, en çok da hangimsin sen benim olsun, sana benziyor hepsi.

gülme, öyle.

25 Aralık 2008

an epilogue to the most beautiful story ever or an elegy for the unexpectedly early leave?

i know deep inside that mister x will disappear if i look at him more than two seconds. yes, this simply is the gist of the story. while just two seconds are enough to create a whole new universe, i ask humbly, what kind of a justice is that? as you all can guess, there is no proper answer to this question. or even if there is, my ears are filled with a noise-proof material to hinter my hearing ability.
mister x comes and goes away as usual. he comes, presents a smile and says "hi" without waiting for me to be the first one to greet. i'm ok with this as this is his job and/or he is a mister x. a classical, conditional behaviour for a mister x. the question is "where am i in this story?" then comes the answer ringing: "nowhere or everywhere".
* oh, were you behind me? so, would you be kind enough to clarify, mister x?
& clarify what?
* i'm terribly sick of those shaky grounds. where is the nearest possible way to the realm of the safe and sound?
& you? are you talking about the safe and sound? with that queer winking of your heart?
* you, you are so cruel! even to the degree... anyway.
& no, please go on. i really, really want to hear the truth that are sealed between your lips.
* no, mister, no. sorry, but impossible, you know. as the saying goes: no more no never again...
(the girl smiles, the man laughs uncontrollably. as usual.)
& true, but what about that notorious winking? hard to live with it, huh?
* exactly, but there are limits, sir. usual borders. no tresspassing!
& borders? what borders?
* wall of sanity at first, then the veil of respect that covers your objective sight (or maybe i should say, insight), and also the sound of accumulated lullabies in your ears. by the way, this third reason is the real one to filter all knowledge of winking of every kind from your ears.
& but, you were talking about a dream you had last week?
* oh, that beautiful work of my imagination. but it can bring only pain, sir. just visualize the scene. just do it for a second, then you will immediately agree with me.
& what if i say i can support you? as this is my job, you know.
(he smiles, she becomes mute, looks at his eyes.)
* mister x, it was really nice to meet you, but it is time to leave.
& oh, no. please. don't... please.
* one last thing. will you disappear if i touch you?
& i don't know, what do you think?
(she turns her head towards the door for a moment, then the hook of the man's eye captures the young girl again.)
"try", says the man. "there is nothing to lose".
"actually, there is", says the girl. "there is one thing to lose: the possibility of seeing you again".
& but, will you need this? do you want to see me again? then why are you leaving?
* i don't know. you? do you want to see me again?
& yes, yes of course.
* then slow down please. the midway of life is knocking at the door.
(the man looks at the girl with compassion in his eyes. he comes near her by only two steps, strokes her hair and kisses her gently from the forehead.)
& hurry up, sweetheart, you hurry up. i'm no superman, you know. i can't stop the overspeedy trains with my bare hands. look, they are too small and slender.
(the man laughs uncontrollably upon this. the girl looks at his eyes for the last time.)
"good bye, young woman", says the man.
"good bye, old boy", says the girl.
the curtain falls down as usual. lights go out, bla bla bla.


in the manner of writing over the water with an invisible pen.


temmuz/08

"iki kez yaralandın bir yarım yara için" ve devamı

arayış
en kısa ceza
ömür boyu olandır
kimse bilmediğinden
kim bilir;
belki bir yalan'dır...
kendiliğinden
bir korkudur belki,
saklanandır...
çirkinliğinden:
bir soru olsa gerek;
sorulmadığındandır...
birden.

özdemir asaf


hani ne denir, "özdemir asaf'ım geldi" mi denir?

23 Aralık 2008

teneke fayton, pembe ışık...

"bana kalem verir misin?" dedi genç kadın. "tamam" demekle yetindi genç adam. dil bilmediğinden değil; iyi bilir iyi konuşur türkçe denen dili. sormadı yine de kadının kalemi isteme maksadını. niye sorsun ki, kalem istemenin de maksadı mı olurmuş canım!
yazmaya başladı kadın. vapurun sarsıntısı yeni bir karakter katıyordu kadının el yazısına. dalgalarda yüzüyordu harfler. adam çokça ısırık bırakmıştı kalemde. âdeti olduğu üzere. severdi kalemlerin tepesini ısırmayı.
mavi bir su yığını vardı dört bir dolayda. deniz derler adına ya, derya der bazısı. aynı bu genç adam gibi bazısı.
belli ki ada'dan dönüyorlar. genç adam yorgun, hafif bir uykuya teslim. belki çok yürümüşlerdir yine, kim bilir... çok üşümüş, çok acıkmışlardır. ama kadın başını kaldırdığında olanca güzelliğiyle geçen ışıklı bir gemi görüverirse ne gam ne keder kalır. hep öyle olmaz mı zaten...
"hayaletlere inanır mısın?" dedi kadın birden. soracak başka bir şey bulamamış gibi. "hayır, ben masallara inanırım" dedi adam. süt beyaz bir çarşaf dalgalandı kadının göğsünde. hani nasıl derler, sıcacıktı çarşafın rüzgârı. "rüyâlara da inanırım" dedi adam sonra. "rüyâlar en büyük gerçeğimiz".
o anda güneş adamın yanakları olmalıydı. iki sarı halka iki yanda demlenirdi gün boyunca. öyle başka nefes alıyordu ki şimdi kadının kalbi, vapur sanki dura dura gidiyordu.
balıklar çok dipteydi. yıldızlar en yukarıdaki kuyuda. dünya diye bir şey yoktu aslında; dünya boşluktu, biz ne kadar doldurursak o kadar vardı.
şu anda toprak kadar gerçekti adam. yarın suya benzeyip rüyâlara geri dönecekti. yaşadıkları dakikanın hatrına yazdıkça yazdı kadın. yazıyla adamı yakalayabilecekmiş gibi.
habersizdi adam kadının yazdığından. siyah, parlak bir saç teli astı kadın son geçtikleri iskelenin demir parmaklıklarına. adamsa hepi topu bir nefesti.

uyudukça adam, kadın uyandı.

20 Aralık 2008

mahsus mahal

ben hiç geçmemişim meğer galata'dan,
sen kuledibi'ne dokunmamışsın.
kumkapı meyhaneleri?
ya laleli?
ben hiç tanımamışım istanbul'u meğer, sen benden önce sevmişsin.
sevdirmişsin.
seni.
bizi.
deli bir adamsın ya neyse. desene işimiz var senle.
beyoğlu uyandı, gördün mü? ben ilk kez gördüm. mahsus mahal.

15 Aralık 2008

tuti i mucize guyem

oje sürüyorum. pembe oje. bordo oje. kırmızı. siyah.
yatmadan önce bloğa geleyim bir şeyler yazayım istiyorum. sonra uyku ağır basıyor, bastırıyor.
günlerdir birkaç şarkı dışında müzik dinlemiyorum.
görüşemediğim insanlar bana kızıyorlar, bense onlarla görüşemediğime.
bugün mesela evden hiç çıkmadığım için saçım taranmamış olabilir, ama bu kimi niye ilgilendirsin ki şimdi... güzel hikâyeler lazım insanlara, kolayca inanacakları türden. zihne değil kalbe yüklenmek lazım. sahi siz nasıl hikâyeler duymak istersiniz kuzum? anlatsanıza biraz.

bilmem hiç baktınız mı, türlü minicik mahlûğun 8694569 kez büyütülmüş fotoğrafları var orada burada. mesela sıradan bir sivrisinek, ya da bir karınca, ya da değişik olsun diyene bit. bir bakıyorsunuz bir daha bakmak istemiyorsunuz. aman yarabbi küçük hâli yeterince iğrenç zaten, bu ne garabet diyorsunuz.
onlar için hava hoş, her iki hâlde de çirkinler nasılsa, bir kurtuluş yok yani. ama ya kendi hâlinde,boyutunda,çevresinde enfes olup da mikroskobun altına yatırdığımızda en tüylü en dişli en çıkıntılı hâllerini gördüklerimiz? onları ne yapacağız?
-korkma, kaçma. azıcık mercek tutacağım sadece.
-yok tutma tutma, yemekte ocak var, aman yok ocakta yemek var, hadi kaçtım ben.
bugün için;
(bkz. börtü böcek), (bkz. mesafe ve zamanın göreceliği), (bilhassa bkz. kıl,tüy,yün).

11 Aralık 2008

bazı reklamlar...

televizyon bissürrü şey sundu bana şu tatilde.
önce reklamlar...
"siyaha anlam katan beyaz"lı negro reklamına sinir oldum, çıkarmasınlar bence o reklamı. o reklam metnini yazanlarda bir anlam eksikliği var bence, onu siyah ve beyazla doyurmaya çalışıyorlar. tırt derler buna. peh. bi kolaycılık bi yaptım olduculuk. ayıp be.
milliyet'in "baba beni okula göndeeeeer" reklamı fenâ hâlde heidi üzerine oynuyor, kafasını gözünü yaracağım o olacak. bi de "pembe hayal" falan demez mi, heidi sanki yüksek burjuva, sanki bi sindirella ne bileyim bi polyanna da.
yine kolaycılık, yine aklıma ilk geleni yaptım, süper oldu bencecilik.
...........
gerisini sonra yasçem, uykum var şimdi.

7 Aralık 2008

bayram

size sığınan kurbanlıkları arkanıza saklayın. soran olursa "aaaaaaa kaçmış mı, hiç görmedim" deyin. bol bol şeker toplayın. öpmek istemediklerinizi öpmeyin, "hastayım" deyin. mevsim müsait, inanırlar. evde oturup misafir beklemeyin, kalkın gidin, siz birilerine misafir olun. 1 ytl faik'e bayram harçlığı vermeyi unutmayın. fırat'ın yanaklarını sıkın, kucağına bir kâse şeker bırakın. bayramın tadını çıkarın.

6 Aralık 2008

kıymalı bamya

en çok istediğim şey kıymalı bamya imiş meğer, cevap değil. bu kadar iştahla saldırdığıma bakılırsa. ne tuhaf. o zaman boşunaymış iki gündür telefonla sevişmem, görüş ve duyuş (!) alanımda dursun şu telefonlar diye çabalamam...
sahi cevap umardım eskiden. susmana da anlam yükleyebileceğimi bildiğim zamanlardı onlar. senle burdan konuşmak tuhaf ya çaktırma, bu son nasılsa. nasılsa geçti.
cevap beklemişim evet. aşk? demişim, geç demişsin. git demişim, nerdesin, nasılsın? demişsin. dur demişim, ha vurayım, tamam demişsin. sonra ne olmuş? gel gel gel,dur dur dur ve vur vur vur. yaaaaaaa.
anlaşılsın diye basitleştirmek, yaşanmasın diye zorlaştırmak. sıkıştırmak, bir sayfaya sığdırmak.
-------şahsî ÇİZGİ--------
"tekrar görüşelim" demiştik en son ama sözümüzü tutmadık galiba?
-------devam---------
kağıt kesiği gibisin. elimi uzatır uzatmaz biliyorum keseceğini. ama çantada bir şeyler aramak... zorunda kalmak. mütemadiyen.
bile bile lades yani.
susheidisusheidisus. öyle arsızsın ki.
geçti.

4 Aralık 2008

?-?

dert etme iyiyim ben, ara sıra mahşer ara sıra yaşama hırsı.
dert etme iyiyim ben, ara sıra mahşer ara sıra yaşama hırsı.
dert etme iyiyim ay yâr,
ay hüznümün
ay hüznümün tütün sarısı.*


*ahmet kaya/iyimser bir gül.

k-c-i=?

kağıt kesiği. kağıtkesiği. kesik kesik...

2 Aralık 2008

mucize

sağ yanda görüldüğü üzere heidi etekleri uçuşan mavi elbisesini ve piknik sepetini dolaba kaldırdı artık. e kış geldi ablası. yerine peter arkadaşıyla geçen kış kızakta çektirdiği bir fotoğrafı koydu. ben karışmadım, o kendisi yaptı. (bkz. kişilik bölünmesi). kötü bir şey değil ki kişilik bölünmesi. insanın kendisini tanıması lâzım harekete geçmeden önce. bölününce kendine uzaktan bakabilir insan. kendine dediysem de ben şimdi siz onu kendilerine diye anlayın. hangimiz tek kişiyiz ki. (bkz. hangimiz bazen ... değiliz ki?)
"kendimden biliyorum seni." duyduğum en güzel şeylerden biri herhalde. kim söyler bunu? bittabî yumurta kafa mister a! yandın dostum, korkarım ki bensiz bir hayatın olmayacak. nı ha ha!

ben şey için geldim sahi. bünyeye acayip zararlı bir şey var. bir pileylist. baştan aşağı sezen aksu. yazacağım ben onu şimdi aşağıya, herkes dinlesin diye. (kendi kuyruğunu kovalamak suretiyle başa sararak). soru soracağım sonra ona göre. herkes yapsın ödevini. bugünlük bu kadar, şimdi teneffüse çıkın.

işte liste* burda:
1) rumeli havası
2)hükümsüz
3)aşkları da vururlar
4)istanbul hatırası
5)ablam aşktan öldü
6)gidiyorum bu şehirden

üstüne tarçın niyetine biraz zülfü livaneli serpiştiriyorsunuz, daha güzel oluyor. tercihen ah benim sevdalı başım, ah benim şair telâşım gibi bir şey.

*bunun bi de bülent ortaçgil versiyonu var, onu da sonra veririm.

30 Kasım 2008

mor pelikül-sarı ayna / nazlı&heidi -fasikül 2

gitmiş oturmuştuk terasa akşamüstü. bir senaryo vardı yazılacak. kızdığımız adamlar vardı. feminist bir öfke değildi asla. cinsiyetsiz bir gözle bir cinse kızıyorduk. her şey uzak ülkelerin şekerli hayatları gibi olsun istiyorduk. madem dişiyiz, peri kızı kategorisine açıktan atanabilelim istiyorduk mesela. bir değnek verilsin istiyorduk belki, pullu giysilerden sonra. topuklu ayakkabıların kutusuna koysunlar. 12 yaşında kurduğumuz hayat, atının tıkırtısını dinlediğimiz pirens bizi köşeden alsın istiyorduk belki. ama yok öyle başlamadı.
geciktik. kendi planımıza geciktik. hayat akar derler ya öyle. nasıl dönüyorsa yelkovan akrebe inat bir saat dükkanının vitrininde. bir çark vardı evet, biliyorduk biz de. ama ne yana dönecekti bugün...
malum, kimse doğduğu gibi görünmezdi, dokunursan bozabilirdin bazı adamları. dokunmazsan toz olabilirlerdi ama. ince bir çizgiydi bu. ısı ayarına benzer bir denge. ya çok soğuktu ya çok sıcak. daima. ılık bir kitabın ilk cümlesi olabilirdi ancak. farz-ı misal tante rosa. ya da herhangi bir filmden bir replik.
ne heidi ne nazlı hanım para biriktirmişti çocukken. ama kumbara'nın yolunu biliyorlardı elbet. kahvenin tadını da. tütünün de tabii. ne kadar azdı ama hakikaten bir insanın bir avucuna sığabilecek şeyler.
sen mesela bileğine ne kadar ip dolayabilirsin? düğümleri hiç çözmeden ama. yaaaaaaa her şeyin bir kuralı var küçük hanım. bugüne kadar öğretmedilerse öğren.
heidi'nin başı döndü. nazlı hanım dönmeyi kesti. müzik sustu. bir tüy havalandı, gözden ırak bir köşede. öyle bir gürültüyle yere kondu ki insanlar irkildi. bir yanlışlık, bir yalnızlık, bir rahatsızlık vardı havada. bir baktılar kupalar boşalmıştı. nereye gitmişti onca kahve?
kalkmak vakti. evet şu teras. ayaklarının onları sürüdüğü teras. bir de baktılar ordaydılar, bir de baktılar sıcak şarap dolmuş kupalar. çaktırmadılar, içtiler.
"ha senaryo ne olacak?" dedi nazlı hanım. "dur ben anlatayım sana" dedi heidi. "bir adam var. genç. bütün gencadamlar gibi işte. ne eksik ne fazla. bir de kadın var. bütün kadınlar kadar siyah saçları, bütün kadınlar kadar boyu. ne daha açık ne daha koyu. ne daha kısa ne daha uzun." "eeeeeeee?"
"eeeeeee si bunlar bir gün buluşurlar. o kadar."
"nasıl o kadar? senaryo olmadı ki bu şimdi. hani imkânsızlıklar, hani zorluklara galip gelen aşk? hiç kimse izlemez bu filmi."
"biz niye izliyoruz o zaman kuzum? senle ben. iki küçük kadın küçük beyoğlu'nda aklımızın peliküllerine kazınmış aynı vasat ve klişe filmi her akşam aynı saatte oynatmaktan neden bu kadar zevk alıyoruz?"
sustu masa. can alıcı dedikleri bu olsa gerek diye düşündü. yutkundu bardak, şarabı yaladı afiyetle. bir yağmur başladı.
sustu iki kadın.
bir martı havalandı kimseye duyurmadan kanat sesini.
camın buğusu yeterince davetkârdı herhalde. kimse konuşmaya yanaşmıyordu. neden sonra barmen, "bir tane daha ister misiniz?" dedi. iki kadın da bir ağızdan "evet, lütfen" dedi.
der demez de gözleri buluştu ve bir kahkaha patlattılar. yarın sorsa barmen yine isterlerdi bir tane daha gözlerini kırpmadan. demiştik ya hani, her şeyin bir kuralı var diye. bu da böyle yaşanacaktı demek ki.
belki isa merhametiydi. belki işin özü zaten yaralanmaktı. bir şarkı der ya hani, "geçebilir misin aynadan hiç yara almadan?" diye.
cadde hiç bu kadar uzun görünmemişti gözlerine. ve hiç bu kadar boş.
bileğindeki iplerin ucunda bir uçurtma taşıyordu nazlı hanım.
heidi bileziklerini sayıyordu sakin sakin.
vakit tamamdı.
görüş bitmişti.
vedaydı, elvedaydı.

ama saçlarından öyle renkler akıyordu ki tarifi zor, kelimeler kifayetsiz.
tadını çıkardılar, ne yapsınlar.

29 Kasım 2008

peter sigorta

achtung!
işbu yazıda geçecek olan "peter"den kasıt arkadaşım peter değildir. burada peter dikkatle seçilmiş bir kodadıdır. ben ona mister mm ya da bay b. diyor olabilirim ama siz kısaca peter deyin. evet devam edebilirsiniz şimdi.

taksim'den dönüyorum bu akşam. öyle bakınıyorum otobüsün camından dışarı. daha beşiktaş'a gelmeden 8 tane "peter" yazısı gördüm sağda solda.
peter sigorta
peter otomotiv
peter büfe
peter ot
peter bok
şeklinde.
sonra dedim ki kendi kendime, hisarüstü'ne gidene kadar bir tane daha peter yazısı görürsem gördüğüm yerde inip peter'i arayacağım ve "peter, nerdesin? evde misin? müsaitsen sana geliyorum, beni alsana." diyeceğim dedim. sonra etiler'e varınca 2 tane daha peter gördüm arka arkaya!
ama "ohoooooooo saat çok geç oldu, peter" dedim, "keşke daha erken çağırsaydın, başka zaman gelirim artık" dedim.

- süper heidi
-- bence de
- peter, beni al, ben sizin büfenin önündeyim. aha ha.

evet, komik bizce.

yeşil ceket ve bir tutam tütün

gereksiz baş ağrısının tedavisini bilip de söylemeyeni tavuklar kovalasın bence. evet, bedduam gayet net. aranızda muhakkak cevval "şol tabipler" vardır. susmasınlar çok rica edicim. hayır olmadı bi dere boyuna inip doktor civanım söylemeye başlayacağım o olacak. yo dostum yooooo, bunu hiçbirimiz istemeyiz di mi?
psişik benliğim en ilkel benliğim. çok korkutuyor beni. bugün mesela. sabah uyanıyorum, yatakta doğruluyorum ve "hmmmmm bugün ...'i göreceğim ya da ondan haber alacağım" diyorum. ve gün başlıyor. ein normaler Tag. ganz normal. arada kalbim ritimdışı atıyor (bkz. çarpıntı), o da normal. sonra akşam oluyor nazlı tuzlu hanımcımla konuşuyorum. "akşam haberlerini geçeyim mi?" diyor, "az önce istiklal'de..." "sus söyleme" diyorum, "biliyorum."
"evet" diyor, "...'i gördüm ve şöyle şöyle şöyleydi." şaşırmıyorum, gerek yok ki. bir fermuar reklamında söylendiği gibi: açıyorum kapıyorum, açıyorum kapıyorum ben bunu hep yapıyorum. annem "yıldızı düşük bu kızın" diyor babama. sanki kendisi benden daha psişik değilmiş gibi.
babam "büyüyemedi bu kız" demiş anneme geçende, "kaç yaşına geldi, hâlâ ufacık şeylerle üzüyor kendini" demiş. canım babacım, iyi ki demiş.
konumuz bu değildi ama, evet benim psişikliğim. öyle güçlü ki, çevremdekilere bile yetiyor. bir gün önceden isim yazdırıyorlar, "ya şu filanca insana yoğunlaşsana, onu görmem lâzım" diyorlar, ben de yapıyorum hemen. let di sanşayn in sadece. oh çakralarım da açık. aha ha.

geçelim bunları. burnuma şıcak şarap kokusu geliyor nazlı hanımcım, siz de duyuyor musunuz?
belki kombara belki vazgal.
belki betty, belki kristofır.
çocuklar inanın, inanın çocuklar.
günlerden güz, mevsim sepya. (bkz. sezen aksu-istanbul hatırası)

26 Kasım 2008

neden?

berbat ruhlu şiir denemelerim var! dünden beri mantar gibi çoğalıyorlar hem de. dakikaya takriben çeyreğin altıda biri tam şiir düşüyor, ne demekse o.
ne fena ki her birini bitirdiğimde "yahu güzel oldu bu sanki" diyorum ve kendimi alıp hemen filanca şiir ödülü törenine konduruyorum. "şiire getirdiği biçimsel yenilikten öte kırılmalı bir imgelem..." diye başlayan konuşmalar yazıyorum kafamdan.
hayatta yapmadığım bir şey bu. şiir yazmak ve dahası şair ya da yazar olduğumu hayal etmek. düşünce sempatizanı ve yazıya protest bir kişiliğim olduğundan.
"konuşarak yeterince anlam tüketiyoruz zaten, yazmak da neyin nesi?" desem yer yerinden oynar. "e e edebiyata inanmıyor musun küçük hanım?" olur. inanıyorum küçük bey. hatta edebiyatı seçmişim ben bilmem farkında mısın? inanmak başka yapmak başka di mi?
"e yazınca anlamını yitiriyorsa her şey, salak mı bu adamlar kadınlar çatır çatır yazıyorlar?" aksine, çatır çatır yazıyorlar işte. demek ki suçluluk duymuyorlar, zihinlerinin girift durumuna hakaret ettiklerini düşünmüyorlar, ne güzel. yazınca arınabiliyorlardır bile belki.
benim derdim o yazanlar/yazabilenler/yazmayı seçenler taburuyla değil ki. kendimle.
yazılmış bir şey asla ve asla kusursuz olamaz diye düşünüyorum ben. yazmak yazıyı yakalamak çünkü, halbuki kusursuz olması için akması gerekir. akarsa da zaten yazı olmaz onun adı düşünce olur. düşünce bile aklın ikinci şansıyken yazıdan söz etmeyelim bile hiç.
"haaaaaaaa,yazıyorsun bak işte, ona ne diyeceksin?"
hah işte onu diyorum ben de. neden?

24 Kasım 2008

karınca ile yıldız

kimse darılmasın, kırılmasın lütfen.
karınca ile yıldız'ın hikâyesi bu sene aldığım en güzel hediyeydi.

avucumda
sın
ka
rınca
ve
avucum
sıcacık
senin
yüzün
den!

mor bir sıcaklık yayıyorsun daima. kimsin nesin sen?
şanssın!
iyi ki varsın!

22 Kasım 2008

acıbadem kurabiyesi / 22 dönüm

yarın benim doğum günüm. ama ben bugünden yazıyorum.
22 yirmi iki 22 oluyorum ben!
yok, banane 20'yim iki senedir, öyle geliyor bana. yaşlanma korkusundan falan değil. hissedemiyorum işte 21'i, 22'yi ne yapayım. 23 öyle değil bak, onu hissedeceğim bence seneye. orijinal bir yaş o. dolu görünüyor sayfaya yazınca. yirrrrrrmi üçççççççç! boru değil diyeceğim seneye. şimdilik fısır fısır bir yirmi iki var elimde. o da dolu dolu değil.
gün almak diye bir şey var ya. anne lafı o bence. dolu dolu 21 teyzesi, 22'den gün alıyor. sanki hayattan çalıyor, sanki zamandan alacağı var. yok öyle bir şey. yalan bunlar. 22'den gün falan almıyorum. dolu dolu 20'yim ben. öyle. hoşunuza giderse.

garip bir doğum günü oloor, ben anlamoor.
herkes önceden kutladı, yarına kimse kalmadı mesela. sadece annem ve babam, bi de biraz geç kutlamaya karar vermiş bir mösyö var.
ben bile bugün kutladım. sarıyer'den kabataş'a sahil gezdim, inat ettim inmedim bebek'te. karnımdaki yapışkan sancı alkış tuttu cesaretime ve kararlılığıma.
yalnız kutladım doğum günümü. 2 yıllık kalabalıktan sonra. biraz kitapçı gezdim, kitaplara baktım, müzik duydum. çok güzel bir 2009 takvimi gördüm, hem de klimt vardı içinde ama onu kolumun altına sıkıştırıp yurda dönersem asacak yer bulamam ve mutsuz olurum diye satın almayı reddettim. sadece bir kupa aldım kendime. böyle üstüne çay koymalı, demlemeli, çin ya da capon minyatürlü, bilemedim şimdi hangisi.
sonra dooooooru 7-8 hasanpaşa fırını. saat 12'yi geçmişse kesin acıbadem kurabiyesi çıkmıştır. ascık olsun. 250 gram yeter. annem kızıyo, çok tatlı yeme dişlerin çürür sonra, evde kalırsın zira diyor.

lodosta tüy gibi hafiftim yokuş aşağı. turuncu bir yaprak kondu mavi kabanıma ben de sessizce fotoğrafını çektim.
doğum günüm kutlu olsun. mutlu olsun. hep boncuktan kuşlar olsun.

ferfecir

günlerdir bir baş ağrısı benimle birlikte ama önüne hangi sıfatı getirsem bilemedim. gereksiz başağrısı-sebepsiz başağrısı-bıktıran başağrısı-uyutan başağrısı-haybeye başağrısı-mavi başağrısı-kaka başağrısı. böyle bin kere yazınca geçer belki. lanet başağrısı!
ya da çivi çiviyi söker kaidesi göz önünde bulundurulursa sarıyer dağlarında soğuk kapmaca oynamak da elbet bi tedavi şekli olabilir cicim. verirsin kafayı rüzgâra zekeriyaköy'de, oh mis.
rüzgâr da abarttı zaten bugün esmeyi, ben gittim o arkamdan geldi. az gittim uz gittim deniz bitti, valla bitti.
sarıyer'e doğru deniz bitecek, sakın şaşırma da diyebilirmiş orhan veli, gemlik'e kadar gitmesine gerek yokmuş halbuki.
saç-ma. saç-ı-ma. fes başıma. yuh!
ne kadar sıkıldığım belli oluyor herhalde.

YARINA EK OLARAK KARIN AĞRISI ÇIKARMAYI DÜŞÜNÜYORUM. NASIL FİKİR AMA?

- hisarüstü geçer burdan di mi?

- elbettt-e!

18 Kasım 2008

askı / tutku / tepki

bu sabah uyanınca inandım ki kış var.
çok pis yağmur yağıyor istanbul'da. şaka şaka, temiz yağıyor. aha ha. iğrencim evet. ama nasıl yağıyor biliyor musunuz, böyle yandan yandan. hafif kalleş hani: ha ha kim dedi ki yağdığımı cicim, yağmıyorum ki ben aslında diyerek, içerden içerden yağıyor. sinsi yağmur. köprü toz-duman yine. kale (hisar evet, evet rumeli) sudan çıkmış balık gibi, yahut duştan çıkmış kadın saçı gibi. sular süzülüyor kertiklerinden.
internet problemli yine, şu kadarcık postu bile yazdırmıyor bana. bak ne güzel şikayet etmiyordum al işte internetten yakınıyorum bu sefer de.
çok kültürel olacağım bu hafta yine, uyarırım. mesela mesela bu akşam tiyatro, hem tiyatro hem venedik taciri, hem de çok ayıp belki ama can başak. niye? çünkü bence sahnede ya da televizyonda görebileceğimiz en doğal aktörlerden biri. şirin bi de. hani hiç tanımadan ısındığımız insanlar vardır, onlardan. (kim anacım can başak? diyen varsa çaktırmasın, aratsın efendim hemencecik. şşşşşt, aramızda).
ay hayır heyecanlanmayayım diyorum ama şimdi pazartesi tanışabilirim de ben can başak'la, o da var. yaaaaaaa.
nasıl? demeyin. sır orası, şimdiden söylenmez, pazartesi gelsin söylerim.

ben siz olsam şebnem ferah dinlerdim bugün akşama kadar. ama sadece bugün. bildiniz siz o şarkıyı.

16 Kasım 2008

kapatma tükkanı! daha vakit var!

etkiler alıyorum efendim!
(eskiler alıyorum,eskiciiiiiii gibi oldu bu, idare edin). ama baskı altındayım. kulisten sesler geliyor, kapatma sakın biloguuuuuu diye. meğer sessiz okuyucular varmış, utanıyorlarmış şarkıya eşlik etmeye.
ama telaşlandım bak ben şimdi. kim okuyor, ne düşünüyor, merak ediyorum bunları. tanıyor muyum hepsini, onlar beni tanıyor mu?

saat 17, şimdi haberleri veriyoruz......
heidi çalakalem'e daimi 5 çayına gitti. gönül dostları artık ikimizi de okumak zorunda. sağ yanda altta gördüğünüz üzere heidi'nin nazlı mı nazlı bi misafiri var artık. bundan sonra bana bakan ona da bakıp çıkacak ona göre. hem nazlıdır ki kendisi ne nazlı. yazmaz öyle hemencecik. o yüzden gün saymalı bağlantı şeysi koydum ki ben bazen ne kadar tembelleştiğini ve uzun sürelerle yazmadığını görsün anlasın, kalemine sarılsın diye. en çok da fosforlu kalemine. laf aramızda en çok onu severim ben.

onun dışında evdeyim ben. boncuk, pamuk ve fıstık hanımın ve sarı beyzadenin selamları var, onları tanıyan ablalarının ve abilerinin ellerinden öperler. evet azizim 4 tane oldular bizim bahçenin yünlü mü yünlü kibirli mi kibirli sakinleri. ve bana koşullanmayı başardılar. dün akşam beni yolun başında karşıladılar karşılamasına da kara kaşıma gözüme değil elbet. heidi apla=bavul=whiskas paketi. yaaaaaaa. sarı beyzade yırtarcasına açtı paketi, hanımlara ikram etmeyi de ihmal etmedi ama, kibardır çünkü.

onun da dışında, ya dışındasındır çemberin ya da içinde yer alacaksın işte..... çünkü yoksan yoksundur. istanbul sınırlarındaysan nüfus bir adam boyu artar. rakım etkilenmez.

şimdi istanbul'da olman gerekti. köprüde balık-ekmek sözün var. ama hainsin! bu havada gidilmez!

15 Kasım 2008

quetzal ekseninde bir "çift ruhluluk" hikâyesi

bir şeyler yazmak zorunda hissediyorum kendimi diye yazıyorum, kimse üstüne alınmasın o yüzden. tabii alınmak isteyen alınabilir de, durum müsait. zaten iyice böyle bir dert kürsüsü, sitem objesi oldu bu bilog. o yüzden her an dükkanı kapatıp gidebilirim ahali, haberiniz olsun.
_____________
neyse sitem edecek şeyler bulmak güzel yine de, insanın şaşıracak şeyleri olması güzel. bu aralar ben insanlara şaşırıyorum mesela. yok bi şey, hiç işte öyle genel. dedim ya kimse alınganlık göstermesin. nazan (öncel) alınsın bi tek, beni günlerdir öncellemelere maruz bıraktığı için. yarın eve yolculuk var ama beni geçirmeye kardeşim gelmesin. ah nazan ah, yapmazdın sen böyle şeyler...
{{{{{{{{{{{{{{{{{
kulağımda çınlayan bir ses var günlerdir. gözümde bir göz. dahası yok. dahası daha vakit var.
{{{{{{{{{{{{{{{{{
daha az su, daha çok sigara diye kabaca özetlesem geçen zamanı. su içmeyi unutan insan! yok kitap adı değil,benim o. boynuma 1,5 litrelik bi su şişesi asmazsam tam 5 gün 1 litre su ile idare edebiliyorum, gık demiyorum. sadece 2 günden sonra göz altlarım morarıyor, yüzüm sararıyor. olsun ziyan yok, bunun beni havalı gösterdiğini düşünüyorum.
------------- ---------- ------- ------- -
kış geliyor ulen, hakkaten geliyor. ama yıllardır ilk defa sokaklara vurmak istemiyorum kendimi. yüzüm üşüyor çünkü. ne salak bahane yarabbim. elbet üşüyecek, yüz bu. yüze bere, yüze atkı yok. fazla rüzgâr alıyorsa bi yüz, hiç çıkmasın dışarı daha iyi. depresyon hırkası, bik bik bik.

delice gitmek istediğim yerler birikiyor. hem öyle beylik, ahım şahım yerler değil. ortaköy, fener, eyüp, karaköy, gibi yerler. bazılarına yalnız gidilecek, bazıları için özel adaylar var, eleme yapiciim, aha ha.
mesela fener'e sadece bi insanla gidilecek, kumkapı'ya da. oraları iyi bilen, anlayan, koşulsuz seven biriyle. ortaköy? hmmmmmm,bilmiyorum kim götürse giderim. gümüş bi kolye ucu alınacak köşedeki malum gümüşçüden. bilmem, belki bu sefer balık, en son kelebekti.
yahu ada nasıldır acaba şimdi, bu mevsimde. hiç gitmedim ki.
vapur güzeldir, vapur her daim güzel zaten. hele çay varsa vapur en iyisidir. vapur en güzel icattır!
köprü bu saatte neden bu kadar boş? neden sis var? neden ay dolunay bu gece? neden ordasın? neden burdayım?
neden böyle bir güzellik var yeryüzünde? kimin için?

10 Kasım 2008

dumbo

hayır bi şey yok da dumbo olasım var sadece. kulaklarım müsait. bence kilometrelerce uçabilirim, ne dersin?

evet morlar kadar sevmelisin beni. çünkü morlar hakikaten güzeldir.

8 Kasım 2008

öylesine öylece

sevgili n..... hanımcığıma mesaj attım az önce ve dedim ki:

kuzum, içimde bu akşam beyoğlu'nda bi çağan ırmak filmine gidip mazoşist kadınlar gibi böğürerek ağlama isteği var. mısır da olsun, selpak da alalım tükandan...

ama çalışıyordur o şimdi yoğun yoğun, görmez mesajı. iş kadını oldu malum.
e ama mesai bitsin artık!

dürtüldükten sonra gelen not: evet efendim, bence de çağan ırmak kötü bir yönetmen ve çok iyi bir duygu sömürücüsüdür!

ekil ekil eklenti: n..... hanımcım görmedi elbettabii mesacımızı. olsun manzara yaptık biz de kahve kupalarımızla. güzel oldu. o inciler döktürdü yine. ben de cümleleri kendime yonttum.

sen leyla değilsin, leyla benim içimde geldi aklımıza sonra. çok kullanışlı bulduk bu cümleyi. leyla'yı çıkardık, yerine bir sürü isim denedik ama söyleyemem size şimdi onları, çok ayıp. cıs.

6 Kasım 2008

şampuan

yaşar "senin aşkın bana şampuan, ne yüzü ne de gözümü yakmayan" dizelerini de üretebildiyse artık kariyerinin zirvesine gelmiştir. oturmalıdır, hiçbir şey yapmamalıdır.

skandâL gerçekten!

teşekkürler last fm!

elif

elif benim arkadaşımdı. ilkokuldaydık. çocuktuk. zil çalınca bahçeye çıkar top oynardık. uzun teneffüs vardı. çok uzun. 30 dakika. yemek yemezdik, oyun oynardık. sınıftaki 15 kızdan biriydi elif. onlar gibiydi. onlardan çok farklıydı. su gibi duruydu. güney gibi sıcaktı.
liseye gitmedi elif. üniversiteye de gidemedi. çalışıyordu elif. ben görmedim elif'i senelerdir. annem görmüş iki gün önce caddede. alışverişten dönüyormuş elif. evlenmiş elif 6 ay önce. hamileymiş, hem de 2 aylık. 21'inde var yok elif.
ne yapıyor muşum ben, beni severmiş elif. selamlarını söylermiş. gitmesi gerekmiş şimdi, kocası merak edermiş.
ah elif, çocuk arkadaşım elif, kadın arkadaşım elif, sadece eski arkadaşım elif.
bakma sen bana, saçmaladım gene.
mutlu ol elif, su gibi gülümse, gül elif.

4 Kasım 2008

i can, you? (with the help of nuri bilge ceylan)

"I can, you can, what can you do?" cümle kalıpçığı ozmo ile ingilizce serisinden bana kalan yegâne cümledir.
o zaman çocuktuk tabii, yıllardan milenyumdu, aa a ne sistematik, ne hoş cümle diyorduk. büyüdük serpildik gördük ki, öyle ecnebice i can, you can deyince olmuyormuş, yapılamıyormuş bazı şeyler. ya da yapılan yarım kalabiliyormuş. ya da başka başka sorunlar açılıyormuş önümüzde: i can, you can't. i can, you can understand if you want. i can, you'll ever never understand in your whole life, gibi gibi.



i can see, i can feel, you can hesitate, you can only fear. aha ahah ha.

sen görmeyen maymun ol o zaman, ben de duymayan maymun.
ikimiz de konuşmuyoruz nasıl olsa.

to the memory of an august beetle. just a random choice.

2 Kasım 2008

en uzun hikâyem

bu hikâyeden gidemediğim günlerin hesabını ben biliyorum ya şimdi, haricî hesaplara lüzum yok o hâlde. bu hikâyeye vereceğim kalmasın da alacağım umrumda bile değil.

her zaman böyle olmazdı, böyle olacak diye de başlanmazdı bir hikâyeye: bu düpedüz aptallıktı. bir filmi defalarca izledikten sonra anlamadıysak eğer "görmedim ben o filmi daha" demekti. bilmemkaçıncı tekrarı izlerken "bu sefer anlayacağım" diyerek kahramanların gücüne sonsuz ve saf bir inançla bağlanmaktı.

yaşadığımın yarısını kaplamıştı bu hikâye, ama bir o kadar daha yaşasam elimde hiçbir şey kalmayacağını görmekti esas olan.

aldım-verdim-ben-seni-yendim yazısı yazılmayacaktı, can yakılmayacaktı. ama kurallar baştan bozulmuştu.

zaten işlenmişti bu hikâye yakın zamanda bu sanal arşivde bir yerlerde, isteyen arayıp bulabilirdi.
zamanında çok konuşmamdandı şimdi susmam ya da aslında hiç konuşmadığımdan.

her şey tamam da şimdi koskoca bir hiçlik durmasa orada öylece...

sustu heidi, bu kadarı bile fazlaydı.

29 Ekim 2008

"deli heidi" (!)

gugıla "kanal 1 deli heidi ne zaman çıkar?" yazarak yolu buraya çıkan sevgili ziyaretçiyi buradan esefle kınıyor muyuz peter, evet heidi bacı.
tamam, çaresiziz. bilmiyoruz, arıyoruz, sorguluyoruz. gugıla soruyoruz. ama her şeyin bir ölçüsü var di mi? sen madem müstesna bir insansın, heidi izlemek istiyorsun, ama bilemiyorsun ki hangi saatte yayınlanır, sorayım şu gugıl cengâvere diyorsun, ama gel gör ki ne yazıyorsun arama motoruna. cık cık cık.
sen zaten izleme bence heidi'yi bu saatten sonra. bi faydası olmaz sana.

deli heidi ha? yok kıristofır yok, anlamamışsın sen bu kızın derdini. ayıp ama. ayıp.
bir saat tek ayak üzerinde duracaksın, ceza sana.

28 Ekim 2008

"x bir kültür meselesidir"

bu aralar bir bey var.
aslında çoktandır var ve biz illa heybeli'de olmasa bile bazen mehtaba çıkıyoruz. masal kenti olsun hadi orası. ben rapunzel oluyorum kimi zaman, kimi zaman uyuyan güzel. o ekseriyetle peter pan, nadiren de pinokyo.
benim heybem varmış böle kocaman, kırmızı başlıklı kızdan araklanmış. döküyorum içindekileri, o da bakıyor böyle, sonra şunu at şu kalsın, bunu sakla bunu fırlat yapıyor. düpedüz seçiyor. afallıyorum.

kullanma kılavuzum bu herifte diyorum, kim verdi yahu ona kılavuzumu?

misâl demin


-sen çok içerden çığlık atıyorsun bu aralar. patlarsan camları dökeceksin gibime geliyor.


dedi bana
.

-zaten sanal haykırışların da devlet sansürüne takıldı.

-ya o değil de sen beni ezbere okumak zorunda mısın?


_o_o_o_o_o_



-aynaya bak!


-
ne olur hayatım boyunca bana saçmala.
- pişman olursun.

- olsun bayıla bayıla.
- gerçekten bayılırsın
.

-ama sen de benim gibi
içinde olan bitenleri başkalarına yansıtmıyorsun di mi? sadece yanaklar yanıyor.


***************

-ama her gülüşün altında

binbir cümle gizli.

.........


yanındayım.




bay a... mister a... yumurta kafa nolucak!

22 Ekim 2008

okul yolu

hani ben anlatmıştım ya bir ay önce falan, nümayiş, rektör, yasak diye. siz şimdi onu bir de büo-büfk ortak yapımı okul yolu'ndan dinleyin, oldu mu? bizi zaten en iyi bizden başka kim anlatabilir ki?
ben sizin için oyunun saatlerine baktım sayın rektör, cumartesi günü uygundur sanırım. kaçırmayın derim.

21 Ekim 2008

hanımeller asorti pasta bisküvi

yirmilik dişleri sevmiyorum. zaten kaliteli şeyler olsalardı çıkmak için 20 sene beklemezlerdi. hem 20 sene benim yanımda olmamış, kaypaklık yapmış dişi ne yapayım ben kırk yaşımda. hiç işte.
ama en fenası da anlaşmışlar (mış mış) gibi sağlı sollu aynı anda saldırmaları. dilimde yaralara sebebiyet vermeleri. konuşmamı engellemeleri. olsun çok dert değil orası, şu aralar içime kaçtım ya ben zaten, içime çeki ve/veya düzen veriyorum. bu sebepten konuşmasam da olur. ama beslenmek doğal, zorunlu, engellenemez, yadsınamaz, karşı gelinmez bir ihtiyaç. hele beslenmek cips ve kekten ibaretse.


hafta sonu eve gidilecekse, anneye tapten yemek listesi verilmişse, taa mersinlerden uslu, puslu, süslü bi hatun kalkıp misafir gelecekse, en sevdiğim koku geri gelmişse, kardeş mutlu edilebilmişse hayat güzeldir.

geçtiğimiz yaz ortası günlerden bir gün çatkapı bizim bahçeye giren üç minik kediden biri bugün sebepsiz yere ölebilmişse hayat çirkindir.

"hayat aslında o kadar da zor değil" diyenler yalan söylerler; hayat zordur. oldukça.

16 Ekim 2008

rüya

sinemaya gelip salona girip susmayı beceremeyen gerzekler var hala. herkeste bir tane ağız var di mi? bak onlarınki kapalı, seninki niye açık? "he he ho ho, ay ay ne güzel jenerik; başladı film görüyo musun; ha bak burayı biliyorum ben" diye diye tam tamına 15 dakika konuşunca çıkışta madalya mı takıyorlar sana?
ama sizi de anlıyorum ben kuzum, size demişler ki "yeni bi aktivite var, filmekimi, ay çok in bu aralar, trendin daniskası felaaan" demişler. sonra biletleri 3,5 ytl'den satmışlar ki siz daha çok filmi katledin varlığınızla diye. bi sus bi dur be! kapa çeneni! şatdıfakap ya da. hangisini anlarsan.
ayrıca pıt pıt mesaj yazıyorsan niye geliyorsun, niye yoruluyorsun anacım? yok mu sizin orda böyle italyan markaları satan bi butik, oraya yatırsana paracıklarını, yazık günah değil mi? heba oluyor resmen o'horten'da, rüya'da, denizkızı'nda.
bi de korece konuşana gülmek var tabii. of of of.
neyse ben ne diyecektim, ha kim ki-duk benimle evlensin. hatta benimle evlenir misin kim ki-duk?

"siyah ve beyaz tek bir renktir."
"rüya bir anıdır."
kim ki-duk/rüya

11 Ekim 2008

ta ta ta ta ta!

sevgili bilog,
bugün beni kutlamalısın zannımca. çünkü kendi kendime, kendi başıma, yardım almadan ZEKERİYAKÖY denen yerleşkeye gidebildim, biliyor musun?
vertigonun tekiyim ben, bak onu biliyosun ama. ben kim zekeriyaköy'e gidip yol iz bulmak kim -Dİ. artık öyle değil. gittim ve buldum. ulvî bir amaç için. meğer almanca öğrenmişim de almanca öğretirmişim. aman yarabbi. ay beni beni hatta.
beklediğimden de kolay oldu aslında. bebek'e yürüdüm, kampüsün içindeki minik patikadan (patikalar hep minik olur zati, laf işte), sonra sarıyer'e giden arabalara bindim, son durakta indim, dolmuşa bindim. hop zekeriyaköy. ama zekeriyaköy deyip geçme, bir ıssız köy sarıyer dağlarında. sakinlerinin ekonomik profilini çıkarmaya gerek yok, her şey ortada. (merak edenler için bkz. ben bugün villa gördüm).
hayat garip ama. dün gece saat 10'a kadar zekeriköy'ü bilmeyen ben bugün orada bulmuştum kendimi. dün zaten tuhaf bi gündü. weird der gavurlar. hafif "ürkütücü" hissi vardır "tuhaf"ın yanı sıra.
sabahın köründe filmekimi kapsamında mehmet ali nuroğlu ile yan yana cenova izlemece.
akşam bir önceki posta gelen yoruma şaşkın şaşkın bakmaca. nazlı hanımcımla fikir alışverişi.
-harun tekin mi yazıyo orda, gözlerim seçmiyo benim? yorum mu yazmış?
-evet ya, peki essahtan mı harun tekin?
-ne bileyim madam, değilse de şaka mı bu şimdi? böyle şaka olmaz ki, komik bile değil.
tiz aydınlığa kavuşsun bu mevzuuuuuuu.

ama var ya kutlamalıyım,kutlamalısın bilog.

9 Ekim 2008

dişi

bu aralar kendilerini tanımadığım halde beni sinir eden iki kadın var:
1) otobüste yanımdaki koltukta oturan teyze
2)pelin batu

ikincisi daha kolay olduğu için ondan başlıyorum.
televizyonu az bulan biri olduğumdan televizyon karşısına geçince çok saf bir seyirci oluyorum ben, her yerde izleyecek bir şey bulabiliyorum kendime. azıcık trt'de türk sanat müziği korosuna bakıyorum, oradan bir türk filmine zıplıyorum, sonra azıcık yemek ve el sanatları izliyorum (hayır gezelim görelim değil), sonra biraz finans gündemi, ha bazen de böyle gündüz kuşağı buluşma/sohbet programları. misal kanal 1 (yok kanaltürk'müş o düzeltiyorum) diye bir kanal var ya, orada renkli televizyon namında bir sohbet/tartışı programı var idi bayramda. harun tekin'i görünce durdum, hah seyredilecek bir şey dedim. ama baktım pelin kızımız da orada ve "benim babam büyükelçiydi" cümlesini hayatının baharında on bininci kez sarfediyor. otostop hikayeleri anlatıyor bizlere. şimdi efendim bu kızımız çok severmiş öyle otostop çeksin, gideceği yere gitsin. bir gün de biri ısrar etmiş buna, illa da gel benim arabama bin diye. bu da kırmamış adamcağızı binmiş, ama adam buna ahlaksız teklifte bulunmasın mı, ya yaa. derhal inmiş tabii arabadan.
bunun erkek kardeşi arda varmış, bunlar hep çıplak dolaşırlarmış evin içinde. öyle de rahat ve modernlermiş. türk standartlarında garip bi durummuş bu evet ama olsunmuş.
ingilizçe şiir yazmış, açıp bir tane okusun muymuş, çok canı çekmiş. ahh şu şiir, AVAM bulmuş onu.lordlardan gelmiş, lordlara gelin olmuş...
geçen fakültede o güneş gözlükleriyle havalı havalı merdivenlerden inerken ben de salkım saçak yukarı tırmanırken karşılaştık da deyivereyim bunları yüzüne dedim. ama sonra ya "benim babam büyükelçi" derse yine ben ne yaparım o zaman dedim. sadece avamlar götürsün seni dedim içimden.
diğer kadına gelince
adını bilmiyorum. otobüsün en önünde (yani yaşlı ve hasta kadınlara rezerve yerinde) birlikte yolculuk yapmak zorunda kaldık geçen hafta. o cam kenarından koridora bir buçuk koltuk işgal ederken ben ayaklarım koridora uzatılmış halde muavin kazara basıp ezmesin ayaklarımı diye dua ediyordum; o da sağolsun farkındaydı durumun, hoplayarak geçiyordu. bir ki üç hop, altın top.
ama altın kızımız memnun muydu halinden? hayır asla. gripti ama yüzüme sokulup saati sormakta, geçen arabaların teknik özelliklerini bildirmekte, otogara kaçta varacağımızın hesabını birlikte yapmaya davet etmekte, hayatım ve geçmişimle ilgili sorular sormakta ve kendi sırlarını anlatmakta beis görmüyordu.
ben de bildiğim tek gripten korunma yöntemini uyguluyordum çaresiz: nefes almıyordum. evet, böyle o bana yaklaştığında ve geri çekildikten sonra bir beş saniye daha nefesimi tutarsam hastalık kapmayacağıma inanmıştım. eh sarımsak da zaten en iyi doğum kontrol yöntemi benim nezdimde. ondan kelli sorun yoktu, olmamalıydı.
peki niye hapşuruyorum ben o zaman? niye boğazım yanıyor. ha teyze sorarım size?


saçların tarumar zaten bu aralar.

6 Ekim 2008

dedikodu

karar verdim.

s'ye benzemek istemiyorum.

yani günün birinde insanlara kayıtsız kalmak istemiyorum.

herkesi dinlemeye ve anlamaya (çalışmaya) yılmadan devam etmek istiyorum. bir insan sırf konuşabildiği için bile dinlemeye değerdir. hem korkmayın, herkesin anlatacak ilginç hikayeleri vardır, matmazel. kulak kabartmak lazım sadece. çok iddialı bir genelleme sunayım hemen size: insan karşısına çıkan herkesten ama herkesten bir şey öğrenebilir. eğer isterse.

sonraaaaa bir insanın varlığına teşekkür etmeyi bilmek lazım. en azından hayatta bir kere. sen olmasan ben ne yapardım diyebileceğimiz bir insana sahip olmak o kadar fena bir şey değil inanın. bir gün birilerine ihtiyaç duymak, onlardan yardım almak insana güvence verir ve güven hayatın manası için elzemdir. nokta.

ama ben s'ye benzemek istemiyorum. üstünde istediğim zaman konuşurum, istediğim zaman susarım; sizin adımlarınız totomda bile değil yazılı ışıklı bir levhayı gün boyunca göğsümde taşımak istemiyorum. her hareketimle karşımdaki insana bilmemkaç milyar ışık yılı öteden gelmiş tanımlanamayan mahluk muamelesi etmeye katlanabileceğimi sanmıyorum.

sonra şaşıracak şeylerim hiç bitmesin istiyorum. bilmediğim bir şeyden bahseden birine o şeyi bilmediğim halde ohhooooo onu çoktan biliyordum ben gibisinden poz kesmek istemiyorum.

meraba demek istiyorum, merhaba'dan ziyade.

ayrıca annemden nefret edebileceğimi sanmıyorum. sooooo, here empathy is unavailable. sorry.


çok şey derim ama kafi.

haaaaaa, bi de hayatım boyunca pirenses görmek istemiyorum.

5 Ekim 2008

kedi

masada öyle otururken dolabın önünden bir kedi geçti sanıyorum birden. siyah ya da koyu gri, çevik, sinsi bir kedi. bakışlarımdan bile hızlı. kaç keredir bakıyorum ama yakalayabilmiş değilim. kalkıp yatağın altına bakardım ama çok üşeniyorum. oraya girmiştir, nereye gitçek başka.



not: "halüsyosünasyon" değil, var gerçekten o kedi. gelin görün isterseniz.

-öyle miiiiii? peki neden sadece sen görüyorsun?
-nı ha ha!

4 Ekim 2008

çay



şimdi sen benimle beşiktaş'ta çay içtin ya

-ben bunu bloga koyarım.
-yaparsın bilirim.

degüstasyon

canan ki degüstasyon'a gelmez
balıkpazarı'na hiç gelmez*

şimdi hangisi mühim diye soruyorum kendime. bu şiiri mösyö ile balık pazarı'ndan geçerken dillendirmek mi yoksa bu dizeleri benimle aynı anda dillendiren bir başkasının varlığına şaşırmak mı?

degüstasyon sadece meyhane midir?
nedir fransızca degüstasyon?
yok ordan bi şey çıkmaz.


*orhan veli

26 Eylül 2008

sakin sakin

kulağına odam kireç tutmuyor'u fısıldamak istediğim insanlar var. ya da belki selanik türküsü. erkan oğur eşlik ederse o da, o şartla söylerim sadece.
ama ne var biliyor musun bilog, bazen gözleri dolabiliyor insanın ve bunun üzülmekle alakası bile olmuyor. en güzel heyecandan dolar mesela benim gözlerim. en çok o hissi severim. gelmeyeceğini/olmayacağını bile bile birini ya da bir şeyi beklemenin heyecanı. gelMELİ fikri. gelmez inancı. nesnel gerçeklik - öznel gerçeklik/doğruluk/haklılık çekişmesi. kâr-zarar hesabı. gelse gelir ama gelmez. gelse iyi olur, gelmezse ona bir şey olur mu? yok, olmaz.
hiçbir şey boşuna yaşanmamıştır derler ya yalan o. çok şey var safça/salakça yaşanan. ve bunun için iki kişiden birinin saf/salak (yaşanan şeye yaklaşımında) olması yeterli.
bir doğru düşünün mesela. bir ucunda siz, bir ucunda başka bir insan. sizin durduğunuz noktadan farklı görünüyor karşı taraf, karşıdan da siz farklı görünüyorsunuz kuvvetle muhtemel. şimdi iki insan da bu durumun ayırdında olsa (yani gerçeğin kendi noktasına farklı bir izdüşüm yaptığını anlasa ve kabul etse) daha kolay olur belki devam etmek. aksi durumda bu iş çok zor yonca.
çünkü insanlar kendilerini anlatadursun, herkes karşısındaki insanın anlamak istediği türde bir insandır diye yazıyordu bir yerde. izafiyet filan boş hikâye yani.
farklı, özel olduğumuzu düşündüğümüz insana da aynı insanız temelde, her sabah selamlaştığımız kapı komşumuza da. bizim farklılık saydığımız da teferruat aslında. vitrin süslerimiz var ya; bayramda,yılbaşında, diğer belirli gün ve haftalarda değişirler; işte onlar gibi. vitrin aynı vitrin, renkler değişik sadece bugün.


söz vermedin biliyorum, o yüzden özür dilemene gerek yok.

bu kadar kibarlığın lüzumu yok.

hem gelmediysen gittin diye kızamam, değil mi?

uzun hikâyelerin var, evet farkındayım.

tabii, seve seve dinlerim.

25 Eylül 2008

soğuknevale

soğuknevale'yim ben millet. burnum ühüüüüüü kaç metre havada. duyduk duymadık demeyin.
herkes bunu böyle bilsin. bilenler de bilmeyenlere anlatsın lütfen.

bugün onur bey'le manzara'da laf lafı açarken onur bey bir anda ağzından kaçırdı benim sıkça duyduğum ve duyunca artık hiç şaşırmadığım cümleyi.
bölüm arkadaşım olan ama yakından tanımadığım birinin arkadaşı onur bey'in arkadaşı imiş meğer. ve ortak bir sohbette (şimdi hatırlamadığım bir konuda) benden bahseden onur bey'e:
-ha o mu? biliyorum , çok burnu havada bi kız, kendini beğenmiş o biraz
demişşşşşş!
valla kızmadım. artık kızmıyorum yani, çünkü alıştım.
çünkü beni dışarıdan tanıyan (tanıdığını sanan) pek çok insan bu hükmü veriyor hakkımda. tanıyanlar da tanıdıkça şaşkınlığını gizleyemiyor.
-şeeeeey kızma ama ben seni burnu havada sanıyodummm.
ya öyle mi kuzum diyorum ben de. olur öyle şeyler diyorum.
hayır bilsem nereme bakıp bu hükmü verdiklerini bir şeyler yapacağım ama.
bugüne kadar kimseyi ısırmadım, aşılarım falan tam, laf sokmam, mecazlı konuşup kaş göz oynatmam. doğru direk söylerim ne söyleyeceksem. güneş gözlüklerimin üstünden bakmam,hatta güneş gözlüğü takmam bile.

peki ama neden neden neden?

24 Eylül 2008

"deniz, kara"

Deniz, Kara
bazı erkekler deniz erkeğidir
bazı erkekler kara
tıpkı kadınlar gibi
erkekler de bölünmüştü
denizle kara arasında
bir deniz kadını
bir kara erkeğine tutulunca
ya da bir kara erkeği
bir deniz kızına
fırtınada

şüpheli bir sembolizm bu
denize açılan
kayboluşa

var oluştaki yanlışlığa

aşk tutmazlığı
birbirine tutulmuş insanlar arasında
açılan deniz, kapanan kara

murathan mungan/eteğimdeki taşlar

alıntı
defterinde
bugün
tesadüfen
bulunmuştur.
oraya
ne
zaman
girdiği
konusunda
bir
fikrim
yok
ama
iyi
ki
girmiş
dedim
bir
kere
daha.

23 Eylül 2008

nümayiş


can sıkıntısı kadınlarda dile vurur zannederler ki bu büyük bir yanılgıdır. ele vurur efendim ele. canımız sıkkınken konuşmayız bile. tıp oluruz.
alın yanda biraz demonstırasyoon işte.
yürüyüş/protesto meanasında olan değil, gösteri/show meanasında olandan.
gerçi protesto anlamında olan da mevcut kampüs sınırları içerisinde ama onu webcam'le belgelemek biraz tuhaf olur diye yapmadım. sırf bu yüzden yani.
soğuksun sayın yeni rektör.
kararsızsın, çekiniksin. ya da kararlısın ama faal değilsin ne biliim. ama sen ki bu okulda yetişmiş, bu kampüsün havasını solumuş birisin. büyyüh mühendis adamsın, marx'ı andırıyorsun üstelik. daha emin adımlar bekliyorum senden. karaysa kara beyazsa beyaz demiyorum illa ama bak biraz, senden önce yapılmışı var.
BU yapısını,öğrenci profilini az çok biliyorsun burada yetiştiğin için. satır kullanamaz buradaki öğrenciler, meyve bıçağı bile kullandıkları görülmemiştir. ha hangisi yücedir onu tartışmıyorum ben burada. devrim yolunda ölmeye ölmeye geldik de olabilir, ya bi de şurasından niye bakmıyorsun arkadaşım da olabilir üslup. mühim olan buradaki katmanları ve eğilimleri iyi analiz etmek ve ona göre tutum belirlemek.
geçmişe bak, geleceğe bak, feyz al.
sorun ne olursa olsun çözümün destekli ve oturaklı olsun.
LÜTFEN.
bi de pencereni aç arada, kampüs havası odana girsin. ama açık bırakma zira yağmur geliyor akşama - ben meteorolojinin yalancısıyım.

"still"

geri geldim.
oz büyücüsünden rica ettim; o da kırmadı, geçerken bıraktı.
neredeyse bir koca aydır yokmuşum yeni fark ettim. yazacak çok şey var elbet. ondan mütevellit yazamıyorum. süzmek ve bekletmek gerek birikenleri. tortularından arındırmak bir nevi.

heidi birilerine laflar biriktiriyor yani şu sıralar. söyleyecek sözleri var evet , ama söyler mi bilinmez...
şimdilik sabahtan akşama kadar şarkı söylüyor.
repertuvar biraz afili. temsilî bir kolaj çalışması hâli diyebiliriz.
ya da müzmin renk arayışı.


oh my god, ....... is still gorgeous, why?

29 Ağustos 2008

gitme vakti

işbu post ofis içerikli ve ofis kaynaklı son post olma özelliğini taşımaktadır.
yaklaşık bir buçuk saat sonra bu dev plazadan çıkacak olmamın yarattığı heyecanla kaleme alınan bu yazıda, sadece yorgunluk yorgunluk yorgunluk mevcuttur.
tatilsiz geçen iki aylık koşuşturmaca sonucunda suyu sıkılmış portakala dönen bünyem, karpuza evrilip kanepeye yayılmak ve siesta yapmak için yanıp tutuşmakta olmasa, mücadeleci ruhum geç de olsa (eylül eylül) beni bi sahil kenarına çekebilirdi ama, yoooo artık olmaz. bu sene de donumuz deniz görmesin n'apalım.

YARIN ADAYA GİDİLEDEKSE BU GÜZEL HABERDİR!
şşşşşşt, sus sus tamam.

bu yaz ne özledin diye sorarsanız: bahçeyi özledim; çardak altında kahvaltı özledim; akşam üzeri yürüyüşü özledim; gece bahçede dvd izlemeyi özledim; kafamda upuzun bir to-do list'le uyanmadığım günleri özledim; bugün nasıl sıkılsak, hangi televizyon programıyla delirsek, hangi dizinin beş yüz bilmem kaçıncı tekrarını izlesek diye ciddi ciddi düşünmeyi özledim. sabaha kadar oturulmuşsa eğer çocukluğumda olduğu gibi hâlâ erken abuk saatlerde yayınlanan o muhteşem çizgi filmleri (jetgiller, sevimli kahramanlar, taş devri, ninja kaplumbağalar, casper ve o gün çok şanslıysak şirinler) yine yeni yeniden seyretmeyi özledim.
evi özledim.

ev gibisi yoktur. ev gibisi yoktur. ev gibisi yoktur.
hah geldin mi oz büyücüsü, hadi gidelim.

balans ve manevra

merhaba sevgili okur,
sana hitap etme ihtiyacı hissettim bugün nedense. ister göz boyama de buna, ister yakınlık kurma çabası de, senin takdirine kalmış orası, karışmam ben.
ama şunu bilmelisin ki hitap önemli. hitap etme hakkından çok nasıl hitap ettiğin önemli. çünkü her alanda olduğu gibi burda da bi kast sistemi mevcut.
en alt basamakta siz ve sen ayrımı var meselâ. birine siz demekle sen demek arasında dağlar var. bir şahsa sen dediğiniz (hooop, ani bir form değişimi) anda önünüzde fırsatlarla dolu bir kapı açılır. meselâ "n'aber lan?" selamlama formunu o insan üzerinde kullanabilirsiniz. bunu siz dediğiniz kimselerle yapamazsınız. çünkü bakınız bu formun siz'li versiyonu henüz mevcut değil. "n'abersiniz lan?" diyemezsiniz. dahası sadece "n'abersiniz?" bile diyemezsiniz, tuhaf çünkü. emir kipi kullanamazsınız, anca rica edersiniz. koluna, burnuna, kafasına falan sebepsiz yere dokunamazsınız, çarpar. canını sıkamazsınız, patlar. tahammül bekleyemezsiniz çünkü, bu da kurallara aykırı.
işte bu yüzden siz'den sen'e geçmek eğlencelidir. tam tersi hoş değildir, zaten pek yaygın da değildir.
sen'den canım cicim tatlım'a geçişse tadından yenmez.
tabi bu mevzuda karşı tarafın tepkisi mühimdir. kimse kafasına göre tek taraflı belirleyemez bir ilişkinin yakınlık eşiğini. "nasılsınız hanfendii, istirham ederim?" diyen birine "ay iyiyim şekercim, senden vats ap?" den-mez. kafa atarlar alimallah.
işte böyle böyle kadirşinas okur.
ben önemsiyorum bunları. hani herkes yerini bilsin (bkz. seçkinci devletçi insan modeli) demek isterdim ama öyle değil.
arada duvarların yıkılmasına bayılırım ben. biri çıksın, hitaplar sözlüğümü biraz karıştırsın, sayfaları birbirine katsın isterim. çünkü bu da ayrı bi derinlik evet.

daha fazla konuşmuyorum tamam.

son bi şey: ben var yaaaaaa, o hediyemi aldım haberin olsun canım okur. hem de tahmin ettiğimden de önce. dün gece. istiklâl'de yürürken vitrinde afişi görüp duralayınca, işte beklediğimiz an diye fısıldadığım için.
mösyö'ye buradan teşekkür götürsün kısa pantolonlu fötr şapkalı cinler...

28 Ağustos 2008

raportör

badehane güzelmiş, gittik gördük. çok kalamadık ama orda bi badehane var, biliyoruz artık.
sonra efendime söyliim, bi anna var, bi mathia (umarım doğru yazıyorumdur) vaaaaaar.
sohbet yarım kaldı gerçi, çünkü anne aradı. geldim ben, kapıda kaldım koş dedi. mösyö koştu ben koştum, taksi bulduk. şoför iyiydi, çabuk gidelim dedik, dinledi, dolandırmadı. bizimle beraber sitres oldu ve bizi tam tamına 8 dakikada eve ulaştırdı. aferin ona.
mösyö centilmen oldu, çanta taşıdı. ben güldüm, anne mağrur yürüdü.
tin tin indik yokuşu.
sabah oldu, herkes işine koyuldu.
şimdi mösyö centilmenlik turlarında yine. anneyi ve kardeşi dolaştırıyor, evde sıkılmasınlar diye. allam yareppim, bugünleri de mi görecektik?
neyse kaçmam lâzım deli dolu okur. yemeğe bekleniyorum zira. hem de family dinner. yaaaaaaa.

artık rüzgâr dinsin. her mânâda.

masumiyet müzesi




o odada olmak istiyorum.
orhan pamuk'un yazı masasının olduğu odada. herhangi bir formda. meselâ kahve fincanındaki baloncuk, sallanan masanın ayağının altına yerleştirilmiş bi kağıt parçası, lâmbadaki parmak izi, halının püskülü, masaya bitişik ceviz yeşili döşeme kaplı koltukta uyuklayan kedi...
o yazsın ben seyredeyim istiyorum.
ama ben bu kitabın hediye olarak gelmesi ihtimalini çok seviyorum.
ben var ya cidden
sa-bır-sız-la-nı-yo-rum.
*fotoğrafın kaynağını merak edenler için: http://www.masumiyetmuzesi.com/

27 Ağustos 2008

dım tak cıs

bugün
anne gelecek, kardeş gelecek. valiz toplanacak. bazıları kalacak, bazıları gidecek. çok eşya var zira. ben yine birkaç parçaya bölüneceğim, eşya topladıkça dağılacağım.
anne faydalı bir organizmadır, gelir poğaça yapar, yeriz birlikte. beni illet eden şu pasaklı ev belki biraz temizlenir. tamam çok temizlenir, çünkü anne delidir. evi o hâlde görünce çamaşır suyuyla yıkamayı, alkol döküp kibrit çakmayı falan önerecektir, "he he yaparız yaparız" demek lâzım.
badehane güzel midir bilmiyorum, akşama görüciiiz. asmalımescit güzeldir ama.
ah tommasoo, şimdi istanbul'da olucaktın. yaaaaaa.
bak anna burda.
: )
{{{{{{{{{{}}}}}}}}}0

26 Ağustos 2008

a tribute to cemal süreya

sıcak bi görüntü hatırlıyorum senden. yani sıcak değil aslında, mevsim sonbahar... en çok da ekim ayı. akşam serinliği, hava yeni kararmış. caddeyi çıkıyorsun. ellerin ceplerinde, besbelli üşüyorsun. üçüncü ya da dördüncü kez görüyorum seni.
yüzünde kaynağını çözemediğim ince, parlak bir duman. birdenbire gelip konuyor ama. her şey birdenbire oluyor. sen gülümsüyorsun, ben huzursuz kıpırdanıyorum. repliğimi unutup yutkunuyorum. hâliyle yürüyoruz, teğet geçiyoruz birbirimize.
orada bırakıyorum, bir daha görmüyorum seni.
bıraktığım yerde, bıraktığım gibi bulmayı dileyerek. günün birinde.

şimdi

keşke bırakmasaydım seni,
ya da bıraktığım gibi kalsaydın orada öylece.

alçakgönüllü bir kış akşamı, bir bere, bir çift el
yüzünde bolca gölge, boynunda anlam veremediğim bir koku-suzluk
keşke yalnız bunun için sevseydim seni.

25 Ağustos 2008

spontan!

bu akşam eve sokak tabelalarını takip ederek geldim. hani böyle elimde bir kağıtta bir adres varmış da onu arıyormuşum gibi yaptım. mahsusçuktan yani.
böyühşehir belediyesi, takdir ettim seni. sende bu sistematik kafası oldukça sen istanbul'da bağdat bile buldurursun eminim. efendim yok istanbul'da adres ararken kaybolurmuş insan, yok çıkmaz sokak doluymuş, fasafiso bunlar fasafiso. gayet muntazam yapmış adamlar işte. tecrübeyle sabit diyorum size.


lâkin
şunu bilmeli: insan kaybolmak isterse bunu en iyi bir kılavuzla yapar.
şunu hatırlamalı: insan en çok tanıdığında ve bildiğinde kaybolur.
şunu önemsemeli: kaybolmak bir tercihtir ve arada kaybolmak lâzım gelir.

yemekte joan miro

saat altıda kapanan bir pera müzesi'nin kime ne yararı var sorarım size.
joan miro gelmiş gidiyor. gitsin. dünya gözüyle göremeyeceğiz demek ki.
son umudum cumartesi. bakalım belki.



acıktım ben. sahi akşama ne yesek?

22 Ağustos 2008

sadece Colin

bunu nasıl söylersem söyleyeyim hiçbir şey değişmeyecek.
kendi aklıyla zehirlenmiş insan kendi türünün dışındakiler için de en iyisini yine kendisinin seçeceğine inanıyor. Colin ölmeli, çünkü aptal balina bir tekneyi annesi sanıp emmeye çalışıyor. 6 gündür. çok çabaladı yetkililer ama olmuyor işte. yaraları da var, solunum problemleri de. öldürelim, çünkü bu daha insanî.
hem atları da vururlar.
hasta o hasta, çok acı çekiyor. iyilik yapıyoruz biz.
hasta yatağındaki babanı vurmak aklına geliyor mu hiç? neden yapmıyorsun?
aptal insan
aptal insan
aptal insan
aptal

güle güle Colin. açık denizler rüyana girsin her gece. annen o muhteşem sesiyle şarkı söylesin sana. özgür olabileceğiniz bir yer bulun birlikte. neresi olduğu mühim değil inan bana.

gözlerim o kadar çok yanıyor ki, ama aldırma sen, git. lütfen. hemen.

21 Ağustos 2008

1 mg gündem

ben bu yazı yaşamadım galiba.
sanki mayıs vardı, şimdi de eylül kapıda. hele temmuz, hele temmuz hiç yok bende.
haybeye günler, rot balans ayarı kaçmış biraz.
o yüzden ivedilikle geçsin bitsin istiyorum şu on gün de. ben evde sıcaktan koltuğa yapışarak, kucağımda bi mevye tasıyla sabahtan akşama kadar kitap okuyabileyim artık. çünkü yaz aşağı yukarı bu demek benim için. hem bitmemiş orhan pamuklar çok içerliyo gayrı... beyaz kale, yeni hayat ve öteki renkler. ama cevdet bey ve oğulları, benim adım kırmızı, kara kitap, kar ve sessiz ev cepte. durmak yok yola devam.
Ramazan İrbayhanov ya da Ramazan Şahin'e sevinmiş olabiliriz. Madalyalı sporcu madalyasızdan iyidir ve güreş diğer bilimum sporlardan yüce olabilir bazıları için. Netekim böyle coşkuyla karşılamış Radikal okurları İrbayhanov'un zaferini. Kanayan bir yaramıza parmak basmayı da ihmal etmemişler: hayır tamam Türk ama yeterince Türk değil, çünkü Türkiye'nin ekmeğiyle beslenmemiş, Türkiye'nin suyu dolaşmıyor damarlarında. Neden Türkiye'de yetişenler olamıyor şampiyon, neden onlar en birinci değil? Öbürü de diyor ki Hizbullah işareti yaptı Ramazan diyor, rezil rüsva olduk âleme diyor. Saf Türk olsa öyle yapar mıydı abiler ablalar, diğğ mi ama? DİYOR.
Ben de izlemeyin o zaman böyle yapacaksanız diyorum. Hoş ben sipordan ne anladığınızı, olimpiyatlardan ne beklediğinizi bilmiyorum ama örovizyon'a dönmesin ortalık, çok lütfen. biraz gayret.
Beşirlemeler gündemi yeterince pompalıyor şu aralar zaten. Dediğin gibi Beşircik, Türkiye seni çok seviyor. Hadi git gene gel, hadi gene yap gene yap...
Ha bu kadar abidik gubidik durum yetmiyorsa üstüne bir doz hasancelâlgüzellemesi tavsiye ediyorum size kuzum. kahvaltıdan önce alınız lütfen, yüzde kasılma ve gözde sinir atması yapıyor. uyarmadı demeyin sonra.

son olarak uçakları uçurmayı beceremiyorsak uçmayalım lütfen. uçaksız bir dünya da mümkün. doğamıza aykırı zaten uç uç kon, annemizden uçarak doğmadık ya.

20 Ağustos 2008

böğürtlen şarabı = mor şarap

böğürtlen şarabı istiyorum.
feci hâlde istiyorum. mümkünse bebek parkı'ndaki bir bankta, yağmurlu bi geceyarısında istiyorum. aylardan haziran olabilir. tepemizdeki ağacın yapraklarından kayan yağmur damlacıkları gözümüzün içine içine aksın istiyorum.
istiyorum bunları, yapılsın.

HIT 101 - introduction to hitaps and zamirs / SİZ vs. SEN

hayatta iğrendiğim bir insan tipi varsa o da "siz" hitaplı tartışma yapma kusurlusu insan tipidir. evet kardeşim dünya küçük, evet elimi şöyle bi sallasam senin duvarına çarpıyor. evet çoğu kere rahatsız oluyoruz birbirimizden, kolayını bulsak aşağı ittirip atacağız oyundan ama mahalleli aaaaaa kötü çocuk, pis çocuk, bok çocuk diye damgalar, mimleniriz diye korkuyoruz. bu yüzden sadece tartışıyoruz, tamam tartışalım. tabii ama'sı var. kocaman bir AMA.

şimdi bu tiplerin en tadından yenmez çeşidi nasıl olur biliyor musunuz? bilmem nerede yönetici pozisyonunda olamamış ama bi gün oturucam lan oraya'yı aklına koymuş, gerekirse üstüne bile otururum diyecek kadar gözü dönmüş bir hâlde ortalıkta dolaşan, hem de böyle takım elbise ve medeniyet yularıyla dolaşan çeşidi.

tam yirmi gündür aynı noktada beni alan servise bu sabah da aynı noktadan binmiş, insanları selamlamış yerime otururken arkadan bi ses:
- pardon hanfendi, sizi ordan değil de şurdan alsa servis bundan sonra, olmaz mı? şu tam iki adım ilerideki boşluktan. şimdi yok efendim araba yeşilde duruyor da, ben şoför olsam kızardım da bik bik bik.
- hmmmmm, şimdi şöyle olmakta beyefendi. burası benim için de uygun değil aslında, ekstradan yürüyorum ben buraya, lâkin servis şoförü beni buradan alabileceğini söylediği için buradan biniyorum. tabii dediğiniz gibi bir sıkıntı yaratıyorsa trafik açısından evet oradan da binebilirim.
diyorum ve önüme dönüyorum.
- yani şey hani yeşilde duruyor araba, şimdi karda kışta sorun yaratır. bla bla bla.
- yok beyefendi stajerim ben, bir haftam kaldı zaten diye çabalıyorum ben. hem dediğim gibi, benim için bir sorun teşkil etmez, iki adım daha az yürümüş olurum ben de.
- yani iki adım az-fazla. hani yani uygun olan...
iç ses fesupanallah diye böğürmekte. du yu andırsitend törkiş diyesim geliyor, ama sadece programındaki kelimeleri konuşmaya kadir bir android olmasından şüpheleniyorum, daha fazla zorlarsam kendini patlatır diye korkuyorum.
- tamam beyefendi, dedim ya sorun yok benim için de.
- tamam, sinirli KONUŞMA bana.
haytaraaaaa. duydunuz mu ne diyor beyefendi? SİNİRLİ KONUŞMA! diyor. hem SİNİRLİ hem KONUŞMA. hem de bana diyor bunu.
hayır sinirli değilim beyefendi; ben siz diye hitap ediyorum size beyefendi; nasıl bir yerde yetiştiniz siz beyefendi; kökleriniz suya, başınız göğe hiç değdi mi beyefendi...
hey yavrum hey. kime anlatıyorsam.

iki adım gidiyoruz, beyefendi arkadaşını servise aldıracakmış, burda duralım diyor küt diye. duralım dediği yer de arabaların karınca misali arka arkaya dizilip hızla sağa seğirttikleri hain bir dönemeç. servis şoförü keşke ileride dursaydık diyecek oluyor. yani ııııııı şey için, o (arkadaşı) aşağıdan geliyor da o yüzden diyor bizimki. arkadaşı arabaya binesiye bisürü korna sesi dinliyoruz hep birlikte. ben cama dönüp pufkurarak gülmek istiyorum. ama sonra yazık günah diyorum. yakın zamanda bir darbe yemiş olmalı bir yerden diyorum. yoksa yapmaz öyle şeyler diyorum.
bizimki anlatmaya devam ediyor yol boyunca: şimdi ben özelleştirmeye karşı değilim, ama iyi seçemiyorlar ki adamlar...hayır sektör bunu kaldırmaz ki... geçen müdürle toplantıdayken...

18 Ağustos 2008

uzun uzun konuşuruz bi gün, son istanbul beyi...

beni kör kuyularda merdivensiz bıraktın der eski bir şarkı.
yalnız insan merdivendir, hiçbir yere ulaşmayan demiş eski bir şair.
insanın insana verebileceği en değerli şey yalnızlıktır buyurmuş edip cansever.



yalnızlık bir lütuf olabiliyo en beklenmedik anda. birden.

kalabalıktım ben çok uzun zamandır, iç içe dış dışa. dip dibe. atmaya kıyamadığım şeylerle dolu oldu hep çekmecelerim, dolaplarım. yanından geçip gitmeye kıyamadığım insanlar oldu. hâlâ da var bir-iki tane. zaten hiç gidemedim ya ben neyse. yooooo, yalnızlık korkusundan sanmayın sakın; yalnızlığımı sevdim ben eskiden beri... küçükken de severmişim. misafirler kapıdan girermiş, ben ağlamaya başlarmışım. ta ki onların gitme vakti gelene kadar. türlü huysuzluk ve skandallarla annemi canından bezdirirmişim. ne zaman ki kapıdan çıkarlarmış, ben pür neşe koltukların üzerinde zıplamaya başlarmışım. gittiler de kafamızı dinledik azıcık, di mi anne dermişim.
amma velâkin gelenleri sevmediğimden değil, gelenler yanlış anlamasın beni sakın. sevdim ben gelenleri. gerçekten sevdim. hoş geldiler bana. zaten gelişler hoş olur her daim. nahoş olan gidişlerdir.
gelenler çeşit çeşittir; bazıları bi bakar çıkar, bazıları uzun kalır, manzaraya dalar (ajda pekkan'ın dediği gibi: bir vitrinime değil iklimime gelenler sorunsalı).
neyse hepsi gider sonuçta çünkü hepsi birdir ya sonunda.
gelenler hâlihazırda gidecek olanlardır. çünkü gelişler gidişleri zulada taşır. ben hâlâ beş yaşındaki o kız çocuğuyum çünkü; uzaktan ne kadar çok sevsem de komşunun oğlunu, bize gelmesini hiç istemem. gelirse bana karışır, benden olur, benim olur. benim olunca da sevmem ki artık onu. azıcık uzağa git otur, oradan seveyim seni derim. o da kızar hâliyle, oyunu bozar ve gider. geri geldiği de olmuştur bazen ama mahsusçuktandır o, göz boyamadır. annem kavga ettiğimizi anlamasın diyedir. her evcilik kuralına göre oynanmalıdır ya. gelenler hep pembe pancur bekler mesela.
peki ben ne beklerim gelenlerden? varlığıma ve kararlarıma saygı, duruşuma ve fikirlerime itimat, ruhuma biraz itina. okadarcık. daha fazlası yok.

uzun zaman dilimlerinden hep korktum ben. 8 sene uzundur mesela. 11 ay kısadır. 1 yıl 11 ay arada bir ölçüdür.
8 yıl gitmek için uzundur, 11 ay kalmak için kısa. ama beni 1 yıl 11 ay daha çok ilgilendiriyor şu sırada, çünkü tam bana göre, iki arada bi derede: en sevdiğim yerdir ikiarabidere. kararsız kâsım'ın namını bile çalabilecek kadar kararsızım çünkü. doğuştan bir kusur, neylersin. godsent, freeborn, natal falan.
dün gece yaklaşık bi saat önümdeki dondurma kabına baktım. ne kadar irade, nereye kadar tercih diye sordum kendime. bütün koşullar sağlanmışken gitmek, gerçekten gitmek niye mümkün olamıyor acaba? görünmez iplerle mi bağlıyız diye merak ettim şuursuzca. görünmez çelik halatlar gözümde canlanınca çok fantastik oldu, ürktüm.
arkasına bakmadan gidebilen bi insan olmak istedim hep. annem kırgınlığın çok büyük olsa arkana bakmazsın diyor ama ben öyle kolay ikna olmuyorum. "arkasına bakmadan giden insan" bir oksimorondur anne, diyorum. annem, canımıniçi, susuyor sadece. haklı.

şimdi aklımın içinde bir sirk çılgınlığı, beden biraz festivallere teşne.

15 Ağustos 2008

kaotik blues!

şimdi hazır hoşlandığımız adamlar kategorisine ufaktan bir giriş yapmışken, bu husustaki kişisel arşivimi kullanıma açmaktan gurur duyuyorum, ayrıca bunda hiçbir beis görmüyorum. bu tabii hoşlandığımız adamlar kategorisinden çok, güzel gözlü ve derin bakışlı adamlar tadında bir şey olma yolunda ilerliyor ama olsun. çünkü gözler ve bakışlar önemli.
yani şimdi efendim ben burada ne bileyim duyu organlarımı sıralayıp da beşinden birine torpil yapmış olmak istemem (mor saçlı kıza ve başka bi zat-ı muhtereme gönderme var burada, anladınız siz onu), ama en bayık ifadeyle gözler kalbin aynasıdır. kesinlikle.
ha bu posta bunları koydun da n'oldu kardeşim? diyebilirsiniz. hiçbir şey. bilogta liseli kız blogu havası estirdim biraz o kadar. değişiklik olsun diye o da. çünkü sıkıldım. çünkü yıllık iznimin bir bölümünü filânca yerde kullanamıyorum bu sene, çünkü annemi fena hâlde özledim, çünkü möhim kararlar bekliyor ama ben öteliyorum. kafamı uzatıyorum anca kapıdan dışarı, ama ayaklarım geri geri gidiyor.
sanki her şey bende gizli, sanki nefesimi tutarak sakladığım iki kelimeye ses versem başka bir boyuta geçeceğim. böyle ışıklı kapılardan falan geçip gideceğim, arkama bakmayacağım bir daha.
ama olmuyor tabii. çünkü biliyorum arkamdasın, biliyorum gidersem duramazsın, ve biliyorum arkamdan gelirsen gidemem. işte bu yüzden ya gelme, ya da sen git. anlıyorsun değil mi?

onun dışında kazara yazının burasına kadar okuyup gelmiş başka bir okur varsa da, böyle hafif ve naif konulardan girip sözü kaosa ulaştırmayı becerebilen birini okuma derim ben o okura. çünkü ben olsam okumazdım. tek kelimeyle saçma, bulanık ve kaotik. üçübiyerde.

onun da dışında, liste aşağıda işte. dursun orada, kime ne zararı var. bi on sene daha geçer, ben açar bakarım. a a ne garipmiş derim. nefes al derim, geçer.








































m.a.a.

ben bugün memet ali alabora gördüm. kendisi aşağı yukarı şöle bi şey:


yok bu fazla oldu, pardon. daha çok şöle bi şey:


saçlar kısa tabi şimdi. hey gidi günler, hey. ben çok aşıktım kendisine küçükken, buradan arsızca bildirebilirim. küçükken dediğim de benim ortaokul yıllarıma denk geliyor bu küçüklük, kendisinin de memoli yıllarına tekabül ediyor o hâlde. ıyyyyk demeyin çok rica ediciim, çünkü o zamanlar o vardı onu alıyorduk. yani urfa'da oksfırd vardı da...

şaka bi yana, ben hâlâ beğenirim kendisini, yani beğenirmişim onu gördüm bugün. gereksiz bir iş için yönlendirildiğim doplantı odasında bir memet ali alabora oturuyormuş, ama benim bundan haberim yok tabii. heyhat. ben sanıyorum ki alelade bi status, ne bileyim bi acans-etkinlik-sponsorluk görüşmesi. yine bir nevî sponsorluk görüşmesi imüş ama daha bi sosyal sorumluluk işi falan; beyefendi o yolda hızla ilerliyor ya. aktivistlik falan gırla gidiyor bu aralar.

neyse işte öyle. ben dalıyorum odaya, kendisi böyle beyaz gömlek, kot pantolon, el kol falan konuşmakta, procesini anlatıyor zaar. beni fark ediyor, gülümsüyor. ben ııııııııı diye duralıyorum bi an, sonra başımla selâm veriyorum. o yine anlatıyor. ben alacağımı alıp vereceğimi verip çıkıyorum. acayip bi ışık yayılıyor gözlerinden, azcık daha bakarsam odadan çıkamam diye korkuyorum.

ofis dalgalanıyor biraz, ayyy çok zayıfmıııış, ay olur mu, görmedin mi ne kadar fit, hayır ben severim yani edepli çocuktur, bıdı da bıdı yapıyorlar. sonra geçiyor.

ben şaşırıyorum, ne çabuk büyüdük/yaşlandık diyorum, zaman diyorum, mekân diyorum, neyse diyorum ve klavyeme dönüyorum.

bu da böyle bi anımdır blog.


13 Ağustos 2008

mevzu üsküdar'da gün batımı ise;

michel fugain
un beau roman-une belle histoire

bugünün şarkısı olsun bilog, olmaz mı? gitar olsun sadece, başka enstrüman istemez.
damardan olsun, bizden olsun zaten.

elde var 16


şimdi bi gün bi yerde 16 (rakamla), evet tam on altı(yazıyla) +3 kum torbası, çin malı bi filikayla deneye çıkmışlar. bi nevi test sürüşü yani.
bişcik olmaz canım, hadi binin binin demişler, hayat kurtarıyoruz demişler. belki evlâtlarımız, bacılarımız da demişlerdir ama orasını bilemiyciim.
sonrası bum sonrası cıs. cıs demişken evet yüreklerdeki o hazin ses, hâlâ hissedebilenler için. diğerleri içinse tamı tamına 104 tane oldu hacı, rekora koşuyoz oolum, kimse bizim kadar işçi öldüremedi böbürlenmesi. kuvvetle muhtemel.
işte o on dokuzun üçü puf. geri kalan on altısı bir sonraki filika test sürüşü için sıranın kendilerine gelmesini beklemekte. cinayet mahallinde ise tatil ilân edilmiş. sırf işçiler bodrum gümüşlük'teki yazlıklarına gitsinler, gidebilsinler diye.


sana haksızlık ettiğim için özür dilerim sevgili başbakanım. sen en az 3 çocuk doğurula derken yerden göğe kadar haklıydın. çünkü biz ancak bu yolla çin olabilirdik ve eğer çin olursak eksilen üç-beş kişinin hesabını yapmazdık, mutlu bile olurduk. kendi üretimimiz olan filikalarda yorganı başımıza çeker sessiz sessiz yaşardık.

12 Ağustos 2008

alelade bi öğleden sonra

samimiyetsizlikten sı-kıl-dım! cidden çok sıkıldım.
herhangi birini kıvrak bi kafa hareketiyle asansöre gömesim var ama yapmıyorum, ve evet yapmıyorsam bir sebebi var.
şuradan biri çıkıp da ah, öyle mi hissediyorsun balım? vah vah şekerim! falan der diye de ödüm kopuyor.
ay çok yedim vallaha bugün, ay neden böyle oldu billllmiyoruuuum, akşam spora gidiyoroom, hafta sonu kocamın yatıyla turluyorum, yunan adaları'ndan geliyorum, aşığım oralara biliyoo musuuuuun? diye göz süzerken maskaralı kirpiklerinin birbirine yapıştığını bile farketmeyen orta yaş krizinden mustarip hatun kişilerden çok sıkıldım.
sağında ya da solunda tesadüfen/mecburî bulunan kadınlara ayy, seni sevimsiz böcek mahiyetinde bakanlara söz bile sarfetmiyorum, görüyorsunuz.
çünkü biliyorum ki hayattan alacağı var bu kadınların; yayları her daim gerilmiş vaziyette olduğu için kapasitelerini aşan yüklemeleri, ilk fırsatta en yakındaki müsait negatif iyona aktarıyorlar.
hayır şekerim, ne var yani, ne gerek var çalışmasına kocasının durumu iyiyse, kendine zaman ayırabiliiir duruşu. bende tuhaf bir kıpırdanma hissi. evet kişisel gelişim, sosyal sorumluluk falan fülün herhalde.
ama yok diyorum iki dakika sonra, çok safsın heidi diyorum. hemen öğreniyorum ki kadının kişisel gelişim seansları, amerika'da yaşadığı lüks sitenin havuzunda güneşlenerek geçirdiği öğleden sonraları ve kocasının en sadık aksesuvarı olarak teşrif ettiği davetler, havuz başı kokteyleri, bırançları.
bu hayata öykünen, derin bir iç çeken diğer kadınlar. ay zengin kocam gelse, çekse çıkarsa beni bu hayattan nîdaları.
ve bittabî bu yazıma fon müziği olarak katkılarını sunan ay disgassting bu! isyanı. sıpeşıl tenks to it ve işte bunu seviyorummmm.
evet ofisten bildiriyorum ben, çok mu belli oluyor?
ve teşekkürler sana rahmi amca (koç). nasıl fahriye abla en sevdiğimiz komşumsa sen de mahallenin her daim sinekkaydı tıraşlı ve aftırşeyvli, zengin emeklisi tonton amcasısın.
heidi bugün iş dünyasını derinden tecrübe etti, yehüüüüüü.

11 Ağustos 2008

three birds flew over my nest.....

tren garı-tramvay rayı-turuncu oda-yokuş aşağısı-kampüs-manzara-sohbet/muhabbet-bebek/yemek-ortaköy'de bir takı tezgâhı-dondurma(kocaman böle)-istiklâl-asmalı mescit-limonata-çıkmaz sokaklar-karasu(ayaklara ineninden)-vazgal-araf-hey taksi-uyku-günaydın-marputçular han-buhur,ıspanak tohumu ve deniz kabukları-kadıköy vapuru-balığı-ekmeği-baylan'da kup griyesi-vedası-elvedası......
bu da işte naçizane iyi ki geldiniz yazısı.