30 Kasım 2009

benim bazı arkadaşlarım var

mesela bir tanesi alıp başını almanya'nın bilmem neresinde bir yere gidiyor, orada okul okuyor, dil öğreniyor falan. sonra buraya dönüp öğretmen olacak ve dil öğretecek.
başka bir tanesi var mesela, öğretmen oldu, hem de en yeni öğretmen hanım oldu ve 12-13 yaşındaki çocuklara dil öğretiyor. ve bunu küçük bir ilçede, bir devlet okulunda, muhteşem bir idealistlikle yapıyor. mesela projeksiyon makinesi yok o okulda ve bu öğretmen hanım okul çıkışı ilçenin fabrika patronlarına şahsi mailler yazıp bu çocuklar için bir projeksiyon makinesi hediye etmelerini rica ediyor ve artık okulun bir projeksiyon makinesi var.
deli bir adam askere gitmeye hazırlanıyor. hem de on gün içinde ve ben ona bugün buğulu gözlerle bakıyorum. 14 yaşımda, en yeni lise zamanlarımızda, okul çıkışı servis beklerken ayaküstü yapılan bir türk sanat müziği sohbetinde tanımıştım o adamı ve onun şu anda askere gidecek olması bana çok tuhaf geliyor. doğum günün bugün senin diyorum, iyi ki doğmuşsun sen diyorum ama on gün sonra hangi kentin neresine gidecek acaba diye de sorup duruyorum. milletin yeni efendisi ordu onu nerede görmek istiyor, falan fülün.
daha başka bir adam var mesela, burada edepsizce adını andığım. couch potato dediğim, çok saşlı az sakallı a beycim dediğim (evet, ikisi aynı adam), aldı başını ve istanbul'a haritada bir saatlik mesafedeymiş gibi duran ama aslında fersah fersah uzak bir yerde yüksek yüksek öğrenimlere kaptırdı kendini, tarihçi adam oldu çıktı. asistan olmuş, öğrencileri olmuş, vize hazırlayıp, ödev veren koskocaman bir adam olmuş. hayatında onu en çok mutlu edecek olan yolu seçmiş ve o yolda hızla ilerlemekteymiş. kendisi bir hediyeymiş öğrencilerine ve alanına, bunu herkes böyle bilsinmiş, aferinmiş...
bunlar gibi nice deli uğraşları olan bazı arkadaşlarım var benim işte. ve ben onlarla gurur duyuyorum, "onlar benim arkadaşım!" diyorum, heheyt falan diyorum arada. öyle işte.

26 Kasım 2009

smirnoff north = kutup mavisi

işbu yazı dün geceyi mümkün kılan dansçı ve sürprizci adam'a (bkz. ö bey) bir teşekkür yazısıdır, arz ederim.
kendisi beni baileys-kahveyle özendirince, ben günlerdir unutmaya çalıştığım smirnoff north'u (bkz. ab-ı hayat) tekrar hatırlayınca, "boşver dansı dersi, gel north içelim desem ne yapacaksın o zaman, hı?" şeklindeki kışkırtmalı cümleme o "tamam, nerde?" diye cevap verince, kendimizi birden asmalımescit'te bulunca, ben north'u en güzel şekilde servis eden (ağzı geniş bir kadeh içinde, dibinde küçük buz parçaları ve üstünde nane yaprağı ile) yerin adını unutunca ve dolaşmamıza rağmen bulma yönünde bir sonuç alamayınca, el mecbur pi'ye girince, becks ve limonlu miller içince, north var mı diye sorunca, garson önce evet deyip bizi kandırınca, sonra "aaaaa normal smirnoff varmış" deyince, biz ne yapalım diye birbirimize bakınca, kalkınca ve aranmaya başlayınca, ikinci sorduğumuz yerde de var cevabını alıp sevinince, sonrasında barmen boş şişeyi gösterip bitmiş işareti yapınca, bizi kahırlara salınca, ö bey ısrarla bittiğine inanmayınca, adamın gidip bir yerden getireceğini zannedince, getirmeyeceğini anladığımızda karşılıklı gülünce, üçüncü yere gidince, yine var cevabını alınca ama bu sefer üzerimizdekileri çıkarmadan kadehi masada görene dek öylece oturunca, barmen bizi ikna etmek için şişeyi kaldırıp bize doğru sallayınca, biz nihayet rahatlayınca, üstünde altın harflerle chivas yazan bardaklarda gelen north masaya mavi ışıklarını saçınca, kadehler tokuşunca, ilk yudum sonrası ilk defa içiyormuşuz gibi "uf gerçekten çok güzel" deyince, bütün bu zamanlara hoş mu hoş bir sohbet eşlik edince, sonraki atağın beşiktaş'ta bir şarap evi olması yönünde fikir birliğine varınca, ö bey'e sıcak şarap sevdirmeyi o gece orada görev edinince, kadehler boşalınca, kalkıp caddeyi tırmanınca, galata'da teşekkür edince ve ayrılınca, "ne güzel bir gece oldu, tekrarlarız" deyince, north tadıyla uykuya dalınca...
dünün güzel bir gün olduğuna karar verdim ve gelip bu yazıyı yazmak suretiyle bu adama teşekkür etmek istedim.
teşekkür ederim, sürprizci adam ve bittabî sıpeşıl tenks to smirnoff north ve elleri öpülesi ruslar.

24 Kasım 2009

hak

eski yazılarla öyle burun buruna gelince, birden;
okuyunca bir daha hepsini;
anladım ki;
sen bana hiçbir şey veremedin.

bense sana;
kucağımda rahat ve huzurlu uykular verdim. evet, en azından bunu verdim. ve sen o zamanlar en çok bunu istiyordun. her şeyden çok.

bense...
boşver.
sen istediğini aldın mı, aldın.
alacağını verdim mi, verdim.
demek ki bende hakkın yok.
benimse sende hakkım var, evet artık bir tek o var.

(yazarken nilüfer çalıyordu. yok kere.)

15 Kasım 2009

iddia ederim ki bütün haftanın özetini bir pazar sabahı yazısına sığdırabilirim

merhaba sevgili bilog,
bu geçen sürede ne yaptın dersen sen bana hasta oldum derim. hem de domuz gribi. gerçekten bak. pazartesi günü vücut ağrılarıyla falan başlayan hastalık salı günü kendini iyice belli etti. doktor bronşit, anjin falan dedi. tabii o zaman ateş 37 derece. lakin çarşamba gününe girdiğimizde gözleri ve burnu akan, nefes alamayan ve öksürükten boğulan bir ben vardı elimde. çarşamba akşamı acilin yolu göründü ve 2,5 yaşımdan beri ilk defa bir şişe serumu afiyetle yedim. tabii ateş 39 derece. zar zor 38'e indirdiler de gözüm açıldı.
annem babam atladı geldi onca yolu. bütün mücadelem boşa gitti. onlar toplanıp gelmesin diye "iyiyim ben ya, valla bak" demeler falan faydasızdı. sesim çıkmıyordu ki bir kere, niye inansınlar bana. "kendi ayakları üstünde" tribimizin aldığı bu ilk darbede durup bunu mümkün kılan hastalığa ve bilumum diğer sebeplere teşekkür ederim.
ateşi 39'da gören klinik görevlileri anam anam, vay vay diye ortalıkta kaçıştılar. şart oldu artık, bir tahlil yapalım bakalım domuz gribi miymiş dediler. tahlil için örnek alındıktan 15 dakika sonra odaya gelen doktorun alnında ışıklı harflerle domuz gribi yazmasına rağmen bana belli etmemeye çabalaması görmeye değerdi. n hanımcım'ı çağırıp gizli saklı konuşmasından da ben bir şey anlamadım zaten. domuz gribiyim di mi, doktor dedim. yok canım, yok canım dedi. ben ahanda öyleyim dedim. sizin bu kadar korktuğunuza bakılırsa. ki önceki hafta televizyonda domuz gribiyle deliren insanları izleyince gülmüştüm, sonra da morpheus'a demiştim: ben böyle dalga geçiyorum ama kesin yakalanırım diye. en psişik halimle.
çarşamba gecesi serumun tesiriyle uykuya kavuşan ben perşembe gününe dinç bir şekilde uyanmıştım. bir de evin içinde anne vardı, süperdi ülen, ne güzeldi. bütün gün oturdum, 2 saatte bir tabak yemeği yedim falan. lakin akşama girerken hastalık yine azıttı, ağrıların şiddeti artınca tüm ilaçlara rağmen zor bir gece geçirdik. cuma günü yorgun ve halsiz uyandım haliyle. ama öğleden sonra açıldım. morpheus "hasta ziyareti ve akşam yemeği birarada" olarak lanse edilen bir aktivite içerisine girdi, ben de sevindim. anne yemeği yedik, sohbet ettik bolca.
cumartesi sabahı annemin mantı kelimesini cümle içinde kullanmasından dolayı mı yoksa başka bir nedenden mi bilinmez ben bildiğin iyileşmiştim. doktor kontrolünde teyit edilince bu iyileşme hali heeyyyyt dedim, kim tutar bizi dedim. hoş, kimse tutmuyordu zaten de neyse.
cumartesi günü denize doğru yokuş aşağı kurulan küçük pazarı gezmek çarşamba gecesi zerk edilen serumdan daha fazla can ve hayat verdi desem inanır mısınız? evet evet, inanırsınız. öyle çünkü. inanmanız gerekiyor, yoksa bu okuma parçası'nı yazmaya devam edemem.
evin ve odanın ihtiyacı olan ıncık cıncık ne kadar çok şey varsa alındı. misal mandal, çamaşır sepeti, evin adam misafirlerine yönelik 38 numaradan büyük terlik, vs. lakin koskoca (az önce küçük demiştin ama neyse) pazarda yufka açacak bir oklava bulmak mümkün olmadı. oklavayı bulamadığımızı idrak ettiğimiz anda önümüzde bir balık tezgahının duruyor olması, taptaze balıkların, üzerinde sarıyer bilmem ne balıkçısı yazan mavi muşambada yatıyor olması balık alınmasına sebep olmuş olabilir. fena mı oldu, az saşlı, çok sakallı a beycim ve bu blog dahilinde adı geçen adamlar listesine büyük bir kıvançla ve işbu postla dahil ettiğim bir üçüncü a beycim olan çok saşlı ve çok sakalı a beycim de yemeğe gelmiş oldular. sonra sohbet, sonra muhabbet falan.
dün gece derin, güzel bir uyku; bir sürü rüya.
pazar sabahı erkenden kahvaltı ve anneyi yolcu etme seansları. anne, gitme! anne, kal! hep gel!
"kocaman kızım benim".
hayır, anne daha o kadar kocaman değil, sana hâlâ ihtiyacı var...

şimdi ben diyorum ki domuz giribi öldürmez, sadece birazcık süründürür.
teşekkür etmem gereken o kadar çok insan var ki... alfabetik olarak 730698664 kişi sayınız (tabii mesajlarıyla bir gün bile yalnız bırakmayan ö bey'i de lütfen ekleyiniz).
bundan sonra
yediklerime dikkat edeceğime, daha iyi beslenmeye gayret edeceğime and içerim.
(ama anne gitme! ya da gene gel!)

5 Kasım 2009

solgun efendim, vişne likörü, yarın yapayalnız

an bu an
dinliyorum: bitmemiş tango/ışın karaca
okuyorum: yarın yapayalnız/selim ileri
düşünüyorum: neden yaz bitmeden vişne likörü yapmadım ki?
bitmemiş tango bir yıldırım türker zulmüdür. bir insan neden böyle bir şarkı yazar? bu kadar ince ince kesik...
yarın yapayalnız'ın dili ve anlatımı ne kadar yaldızlı ve aynı anda ne kadar da kahverengi... öyle sevilesi bir şey yani.
vişne likörü yazın yapılır. en güzeli kanyakla olur. ama artık kasım. artık vişne yok.
bir dahaki yaza kadar. 
bu an (an bu an) kayıtlara geçsin istedim. ileride formül olarak alıp değişkenlerini değiştirip kullanmak istedim. bu kadar.

1 Kasım 2009

alegori

"tencere dibin kara, seninki benden kara" demiş öteki kedi.
acı-komik dedikleri buymuş meğerse.
gülmüş kedi... gülmüş kedi... gülmüş kedi.
ama bu kedi öteki kedi.
susmuş, dudaklarını ısırmış öteki kedi. kedi kürkçü dükkanına döndü dediklerinde.
ama kedilerin kürkçü dükkanı olmaz, bilmiş kedi.
şimdi en uzak kasaba kedinin kafesi...

susmuş öteki kedi. kusmuş öteki kedi. bazen de susmuş öteki kedi. yine!

kedinin eski kürkçü dükkanını ziyaret etmiş bir cumartesi günü. vitrine bakadurmuş bir süre.
aşınmış mavi boya, sağa sola çarpılmaktan eprimiş bir his topu, bir de lüzumsuz yere geniş, güzel bir yokuş görmüş...
susmuş, yutmuş, yutkunmuş öteki kedi.
sonradan yapıştırıldığı alakasız bir fotoğraf karesinden çerçeveyi kanatarak kaçmış. arkasına bakmadan koşmuş. o kadar çok ve o kadar uzağa koşmuş ki artık çerçevede kalan yüzü tanıyamaz olmuş.
unutmayı bilmez halbuki öteki kedi. hayret, nasıl olmuş!
bu esnada çerçevede kalan kedi, yanılsamaların en alasını yaşamış. kaçan öteki değil de kendisi sanmış. kendi çerçevesi geri geri koşar adım giderken öteki kediyi sırtı ona dönük bekler sanmış. bununla avunmuş, bununla övünmüş.
sonraları yaşamış kedi. niye yaşamasın. ama mutlu mesut mu bilinmez.
yanılsamanın tozuyla yüz yıllık bir uykuya esir olmuş kedi. almış, vermiş, yenmiş kedi. yenmiş mi kedi?

"umarım uyanmaz, uyanırsa çok canı yanacak" demiş bir telefonda öteki kedi, ne kadaaaaar zaman sonra, o kedi için.
ama yanmış ya öteki kedinin canı bir kere, kanamış ya bacakları kaçarken, kayıtsızlığı ve nefreti aynı zamanda öğrenmiş.
susmuş kedi. yaşadığı düş-müş kedi.
bir sabah bir nefesle kendine kavuşmuş öteki kedi.
şimdi ne bir göbek bağı, ne bir gönül bağı kalmış ikisinin arasında.

çünkü kedi ölmeyi seçmiş diyebiliriz. en azından öteki kedinin hayatında.
bu masalın muradı olmadığından kimse muradına ermemiş. yoktan bir şey yaratmaya çalışan emektar öteki kedi, çok ağlamış sonraları emeğine, sevgisine ve şefkatine ama masalların zaman çizgisini mürekkepli kalemler çekermiş her zaman ve gecikmiş hiçbir taarruz ya da yüzsüz ve tıynetsiz hiçbir ateşkes ve barış isteği haritanın kutup çizgilerini değiştiremezmiş artık.
-SON-
bu masaldan ne kalmış öteki kedinin elinde derseniz bir yarım gülüş sadece.
(kedi al... kedi ye...)
kedi sus, kedi yum, kedi uzak dur.