28 Aralık 2009

başka bir dünya / kara güneş



gitara her dokunuşun ışıklı bir kayboluş, her vuruşun o karanlık, o ayla aydınlanan sahneye doğru giden küçük bir adım şimdi.
güneşin çıktığını görmeden şehirden ayrıldığında ben bir de gün yüzüyle gördüm o sahneyi.
şimdi başka bir dünya'yı dinlerken aklımın içinde bu fotoğraf sevişiyor.
gel ışığım gel, gel güneşim gel...
ışıkla, güneşle, o sahneye.

25 Aralık 2009

metafor

arı kovanı-bal-parmak-zehir-arı kovanı.

23 Aralık 2009

tehdit

mösyö begonville beni tehdit etti: "aralık ayını tek bir yazıyla kapatırsan adres çubuğumdan silerim bağlantını" dedi.
ve ben öyle üçkağıtçı bir blog yazarıyım ki bu ay içerisinde buraya ikinci bir yazı girmişim gibi yapıyorum şu anda.

1 Aralık 2009

ahmet uluçay

sabah sabah okunan tek bir cümle insanı acı bir kuvvetle omuzlarından aşağıya bastırıp koltuğa çiviler mi? çiviler. çünkü ahmet uluçay öldü.
sinema "yapan" bir adamdı, sinemayı tekrardan yazdı. yıllar önce izlediğimde nasıl günlerce aklımdan çıkmadıysa karpuz kabuğundan gemiler yapmak, onun da aklında hep sinema vardı. içinde hep bir deniz vardı, bozkırında deniz kabukları yarım kaldı.

ölümü anlayamazsın, ölümle uzlaşamazsın.

ama bildiğim bir şey varsa eğer bu günden sonra sinema yarım kalır; sinema dili ve anlatım -her ne demekse- yarım kalır; kendi elleriyle bıkmadan usanmadan kurduğu en kristal gerçeklik tuzla buz...
gitme be adam! ya da sinema peşinden gelsin...

30 Kasım 2009

benim bazı arkadaşlarım var

mesela bir tanesi alıp başını almanya'nın bilmem neresinde bir yere gidiyor, orada okul okuyor, dil öğreniyor falan. sonra buraya dönüp öğretmen olacak ve dil öğretecek.
başka bir tanesi var mesela, öğretmen oldu, hem de en yeni öğretmen hanım oldu ve 12-13 yaşındaki çocuklara dil öğretiyor. ve bunu küçük bir ilçede, bir devlet okulunda, muhteşem bir idealistlikle yapıyor. mesela projeksiyon makinesi yok o okulda ve bu öğretmen hanım okul çıkışı ilçenin fabrika patronlarına şahsi mailler yazıp bu çocuklar için bir projeksiyon makinesi hediye etmelerini rica ediyor ve artık okulun bir projeksiyon makinesi var.
deli bir adam askere gitmeye hazırlanıyor. hem de on gün içinde ve ben ona bugün buğulu gözlerle bakıyorum. 14 yaşımda, en yeni lise zamanlarımızda, okul çıkışı servis beklerken ayaküstü yapılan bir türk sanat müziği sohbetinde tanımıştım o adamı ve onun şu anda askere gidecek olması bana çok tuhaf geliyor. doğum günün bugün senin diyorum, iyi ki doğmuşsun sen diyorum ama on gün sonra hangi kentin neresine gidecek acaba diye de sorup duruyorum. milletin yeni efendisi ordu onu nerede görmek istiyor, falan fülün.
daha başka bir adam var mesela, burada edepsizce adını andığım. couch potato dediğim, çok saşlı az sakallı a beycim dediğim (evet, ikisi aynı adam), aldı başını ve istanbul'a haritada bir saatlik mesafedeymiş gibi duran ama aslında fersah fersah uzak bir yerde yüksek yüksek öğrenimlere kaptırdı kendini, tarihçi adam oldu çıktı. asistan olmuş, öğrencileri olmuş, vize hazırlayıp, ödev veren koskocaman bir adam olmuş. hayatında onu en çok mutlu edecek olan yolu seçmiş ve o yolda hızla ilerlemekteymiş. kendisi bir hediyeymiş öğrencilerine ve alanına, bunu herkes böyle bilsinmiş, aferinmiş...
bunlar gibi nice deli uğraşları olan bazı arkadaşlarım var benim işte. ve ben onlarla gurur duyuyorum, "onlar benim arkadaşım!" diyorum, heheyt falan diyorum arada. öyle işte.

26 Kasım 2009

smirnoff north = kutup mavisi

işbu yazı dün geceyi mümkün kılan dansçı ve sürprizci adam'a (bkz. ö bey) bir teşekkür yazısıdır, arz ederim.
kendisi beni baileys-kahveyle özendirince, ben günlerdir unutmaya çalıştığım smirnoff north'u (bkz. ab-ı hayat) tekrar hatırlayınca, "boşver dansı dersi, gel north içelim desem ne yapacaksın o zaman, hı?" şeklindeki kışkırtmalı cümleme o "tamam, nerde?" diye cevap verince, kendimizi birden asmalımescit'te bulunca, ben north'u en güzel şekilde servis eden (ağzı geniş bir kadeh içinde, dibinde küçük buz parçaları ve üstünde nane yaprağı ile) yerin adını unutunca ve dolaşmamıza rağmen bulma yönünde bir sonuç alamayınca, el mecbur pi'ye girince, becks ve limonlu miller içince, north var mı diye sorunca, garson önce evet deyip bizi kandırınca, sonra "aaaaa normal smirnoff varmış" deyince, biz ne yapalım diye birbirimize bakınca, kalkınca ve aranmaya başlayınca, ikinci sorduğumuz yerde de var cevabını alıp sevinince, sonrasında barmen boş şişeyi gösterip bitmiş işareti yapınca, bizi kahırlara salınca, ö bey ısrarla bittiğine inanmayınca, adamın gidip bir yerden getireceğini zannedince, getirmeyeceğini anladığımızda karşılıklı gülünce, üçüncü yere gidince, yine var cevabını alınca ama bu sefer üzerimizdekileri çıkarmadan kadehi masada görene dek öylece oturunca, barmen bizi ikna etmek için şişeyi kaldırıp bize doğru sallayınca, biz nihayet rahatlayınca, üstünde altın harflerle chivas yazan bardaklarda gelen north masaya mavi ışıklarını saçınca, kadehler tokuşunca, ilk yudum sonrası ilk defa içiyormuşuz gibi "uf gerçekten çok güzel" deyince, bütün bu zamanlara hoş mu hoş bir sohbet eşlik edince, sonraki atağın beşiktaş'ta bir şarap evi olması yönünde fikir birliğine varınca, ö bey'e sıcak şarap sevdirmeyi o gece orada görev edinince, kadehler boşalınca, kalkıp caddeyi tırmanınca, galata'da teşekkür edince ve ayrılınca, "ne güzel bir gece oldu, tekrarlarız" deyince, north tadıyla uykuya dalınca...
dünün güzel bir gün olduğuna karar verdim ve gelip bu yazıyı yazmak suretiyle bu adama teşekkür etmek istedim.
teşekkür ederim, sürprizci adam ve bittabî sıpeşıl tenks to smirnoff north ve elleri öpülesi ruslar.

24 Kasım 2009

hak

eski yazılarla öyle burun buruna gelince, birden;
okuyunca bir daha hepsini;
anladım ki;
sen bana hiçbir şey veremedin.

bense sana;
kucağımda rahat ve huzurlu uykular verdim. evet, en azından bunu verdim. ve sen o zamanlar en çok bunu istiyordun. her şeyden çok.

bense...
boşver.
sen istediğini aldın mı, aldın.
alacağını verdim mi, verdim.
demek ki bende hakkın yok.
benimse sende hakkım var, evet artık bir tek o var.

(yazarken nilüfer çalıyordu. yok kere.)

15 Kasım 2009

iddia ederim ki bütün haftanın özetini bir pazar sabahı yazısına sığdırabilirim

merhaba sevgili bilog,
bu geçen sürede ne yaptın dersen sen bana hasta oldum derim. hem de domuz gribi. gerçekten bak. pazartesi günü vücut ağrılarıyla falan başlayan hastalık salı günü kendini iyice belli etti. doktor bronşit, anjin falan dedi. tabii o zaman ateş 37 derece. lakin çarşamba gününe girdiğimizde gözleri ve burnu akan, nefes alamayan ve öksürükten boğulan bir ben vardı elimde. çarşamba akşamı acilin yolu göründü ve 2,5 yaşımdan beri ilk defa bir şişe serumu afiyetle yedim. tabii ateş 39 derece. zar zor 38'e indirdiler de gözüm açıldı.
annem babam atladı geldi onca yolu. bütün mücadelem boşa gitti. onlar toplanıp gelmesin diye "iyiyim ben ya, valla bak" demeler falan faydasızdı. sesim çıkmıyordu ki bir kere, niye inansınlar bana. "kendi ayakları üstünde" tribimizin aldığı bu ilk darbede durup bunu mümkün kılan hastalığa ve bilumum diğer sebeplere teşekkür ederim.
ateşi 39'da gören klinik görevlileri anam anam, vay vay diye ortalıkta kaçıştılar. şart oldu artık, bir tahlil yapalım bakalım domuz gribi miymiş dediler. tahlil için örnek alındıktan 15 dakika sonra odaya gelen doktorun alnında ışıklı harflerle domuz gribi yazmasına rağmen bana belli etmemeye çabalaması görmeye değerdi. n hanımcım'ı çağırıp gizli saklı konuşmasından da ben bir şey anlamadım zaten. domuz gribiyim di mi, doktor dedim. yok canım, yok canım dedi. ben ahanda öyleyim dedim. sizin bu kadar korktuğunuza bakılırsa. ki önceki hafta televizyonda domuz gribiyle deliren insanları izleyince gülmüştüm, sonra da morpheus'a demiştim: ben böyle dalga geçiyorum ama kesin yakalanırım diye. en psişik halimle.
çarşamba gecesi serumun tesiriyle uykuya kavuşan ben perşembe gününe dinç bir şekilde uyanmıştım. bir de evin içinde anne vardı, süperdi ülen, ne güzeldi. bütün gün oturdum, 2 saatte bir tabak yemeği yedim falan. lakin akşama girerken hastalık yine azıttı, ağrıların şiddeti artınca tüm ilaçlara rağmen zor bir gece geçirdik. cuma günü yorgun ve halsiz uyandım haliyle. ama öğleden sonra açıldım. morpheus "hasta ziyareti ve akşam yemeği birarada" olarak lanse edilen bir aktivite içerisine girdi, ben de sevindim. anne yemeği yedik, sohbet ettik bolca.
cumartesi sabahı annemin mantı kelimesini cümle içinde kullanmasından dolayı mı yoksa başka bir nedenden mi bilinmez ben bildiğin iyileşmiştim. doktor kontrolünde teyit edilince bu iyileşme hali heeyyyyt dedim, kim tutar bizi dedim. hoş, kimse tutmuyordu zaten de neyse.
cumartesi günü denize doğru yokuş aşağı kurulan küçük pazarı gezmek çarşamba gecesi zerk edilen serumdan daha fazla can ve hayat verdi desem inanır mısınız? evet evet, inanırsınız. öyle çünkü. inanmanız gerekiyor, yoksa bu okuma parçası'nı yazmaya devam edemem.
evin ve odanın ihtiyacı olan ıncık cıncık ne kadar çok şey varsa alındı. misal mandal, çamaşır sepeti, evin adam misafirlerine yönelik 38 numaradan büyük terlik, vs. lakin koskoca (az önce küçük demiştin ama neyse) pazarda yufka açacak bir oklava bulmak mümkün olmadı. oklavayı bulamadığımızı idrak ettiğimiz anda önümüzde bir balık tezgahının duruyor olması, taptaze balıkların, üzerinde sarıyer bilmem ne balıkçısı yazan mavi muşambada yatıyor olması balık alınmasına sebep olmuş olabilir. fena mı oldu, az saşlı, çok sakallı a beycim ve bu blog dahilinde adı geçen adamlar listesine büyük bir kıvançla ve işbu postla dahil ettiğim bir üçüncü a beycim olan çok saşlı ve çok sakalı a beycim de yemeğe gelmiş oldular. sonra sohbet, sonra muhabbet falan.
dün gece derin, güzel bir uyku; bir sürü rüya.
pazar sabahı erkenden kahvaltı ve anneyi yolcu etme seansları. anne, gitme! anne, kal! hep gel!
"kocaman kızım benim".
hayır, anne daha o kadar kocaman değil, sana hâlâ ihtiyacı var...

şimdi ben diyorum ki domuz giribi öldürmez, sadece birazcık süründürür.
teşekkür etmem gereken o kadar çok insan var ki... alfabetik olarak 730698664 kişi sayınız (tabii mesajlarıyla bir gün bile yalnız bırakmayan ö bey'i de lütfen ekleyiniz).
bundan sonra
yediklerime dikkat edeceğime, daha iyi beslenmeye gayret edeceğime and içerim.
(ama anne gitme! ya da gene gel!)

5 Kasım 2009

solgun efendim, vişne likörü, yarın yapayalnız

an bu an
dinliyorum: bitmemiş tango/ışın karaca
okuyorum: yarın yapayalnız/selim ileri
düşünüyorum: neden yaz bitmeden vişne likörü yapmadım ki?
bitmemiş tango bir yıldırım türker zulmüdür. bir insan neden böyle bir şarkı yazar? bu kadar ince ince kesik...
yarın yapayalnız'ın dili ve anlatımı ne kadar yaldızlı ve aynı anda ne kadar da kahverengi... öyle sevilesi bir şey yani.
vişne likörü yazın yapılır. en güzeli kanyakla olur. ama artık kasım. artık vişne yok.
bir dahaki yaza kadar. 
bu an (an bu an) kayıtlara geçsin istedim. ileride formül olarak alıp değişkenlerini değiştirip kullanmak istedim. bu kadar.

1 Kasım 2009

alegori

"tencere dibin kara, seninki benden kara" demiş öteki kedi.
acı-komik dedikleri buymuş meğerse.
gülmüş kedi... gülmüş kedi... gülmüş kedi.
ama bu kedi öteki kedi.
susmuş, dudaklarını ısırmış öteki kedi. kedi kürkçü dükkanına döndü dediklerinde.
ama kedilerin kürkçü dükkanı olmaz, bilmiş kedi.
şimdi en uzak kasaba kedinin kafesi...

susmuş öteki kedi. kusmuş öteki kedi. bazen de susmuş öteki kedi. yine!

kedinin eski kürkçü dükkanını ziyaret etmiş bir cumartesi günü. vitrine bakadurmuş bir süre.
aşınmış mavi boya, sağa sola çarpılmaktan eprimiş bir his topu, bir de lüzumsuz yere geniş, güzel bir yokuş görmüş...
susmuş, yutmuş, yutkunmuş öteki kedi.
sonradan yapıştırıldığı alakasız bir fotoğraf karesinden çerçeveyi kanatarak kaçmış. arkasına bakmadan koşmuş. o kadar çok ve o kadar uzağa koşmuş ki artık çerçevede kalan yüzü tanıyamaz olmuş.
unutmayı bilmez halbuki öteki kedi. hayret, nasıl olmuş!
bu esnada çerçevede kalan kedi, yanılsamaların en alasını yaşamış. kaçan öteki değil de kendisi sanmış. kendi çerçevesi geri geri koşar adım giderken öteki kediyi sırtı ona dönük bekler sanmış. bununla avunmuş, bununla övünmüş.
sonraları yaşamış kedi. niye yaşamasın. ama mutlu mesut mu bilinmez.
yanılsamanın tozuyla yüz yıllık bir uykuya esir olmuş kedi. almış, vermiş, yenmiş kedi. yenmiş mi kedi?

"umarım uyanmaz, uyanırsa çok canı yanacak" demiş bir telefonda öteki kedi, ne kadaaaaar zaman sonra, o kedi için.
ama yanmış ya öteki kedinin canı bir kere, kanamış ya bacakları kaçarken, kayıtsızlığı ve nefreti aynı zamanda öğrenmiş.
susmuş kedi. yaşadığı düş-müş kedi.
bir sabah bir nefesle kendine kavuşmuş öteki kedi.
şimdi ne bir göbek bağı, ne bir gönül bağı kalmış ikisinin arasında.

çünkü kedi ölmeyi seçmiş diyebiliriz. en azından öteki kedinin hayatında.
bu masalın muradı olmadığından kimse muradına ermemiş. yoktan bir şey yaratmaya çalışan emektar öteki kedi, çok ağlamış sonraları emeğine, sevgisine ve şefkatine ama masalların zaman çizgisini mürekkepli kalemler çekermiş her zaman ve gecikmiş hiçbir taarruz ya da yüzsüz ve tıynetsiz hiçbir ateşkes ve barış isteği haritanın kutup çizgilerini değiştiremezmiş artık.
-SON-
bu masaldan ne kalmış öteki kedinin elinde derseniz bir yarım gülüş sadece.
(kedi al... kedi ye...)
kedi sus, kedi yum, kedi uzak dur.

22 Ekim 2009

cingıl bels, cingıl bels, cıngıl cıngıl...

yuh! ayıp! ayda bir mi yazı girilir! cık cık cık.
----- açılış ve kendini kınama (self-reproach mı self-condemnation mı acep?) konuşması sona erdi. şimdi sırada asıl metin var-----

ya bak nasıl heyecanlı bi giriş yapmıştım. halbüse neler neler yazacaktım... ilk cümleden sonra vazgeçmeyeydim olurdu belki. allahım bir hastalık bu! yazmaya karşı isteksizlik rahatsızlığı.

en disleksik halimle kafiyeli reveranslardan bir demet... saçmalığın bini beş (evet evet, tam beş) para... en şizofrenik ve obsesif halimle kol kola girmiş bir kompalsiyon, palandöken'de bir palan iki döken. bitlis'te beş minare...
hayır, dün gece annemlerle konuşurken telefonda ağlamadım, hayır evdekileri hiç özlemedim, hayır onlar benim ağladığımı hiç anlamadılar... -------aha! self-denial!-------

geçen hafta emirgan, gürgen ağaçları ve ilkokul resim-iş defterim üzerine yazdığım notumsu yazıyı burada paylaşmıyorum. berbat olmuş çünkü. bence.
karnım acıktı ve biraz uykum var. hayır, yıldırımcım türkercim, bu sabah yataktan pek aksi kalkmadım ve köpeğin maması bitmemişti.

özlediklerim -tam da ben klavyedeki harflerin kafasına basıp bu yazıyı formalize ederken, tam da o saniyelerde yani- onları özlediğimi hissetsinler.

-o kadar uzun zaman yazmazsan işte böyle kusmuk tadında bir yazı çıkar ortaya!
-kusmuk tadında mı? öyyyk, iğrenç.
-pardon, kusmuk biçiminde demek istedim.
-üfffff.
-aman kusmuk dokusunda, formunda, görüntüsünde...
-iğrenç.
-eehhhh, ne yapalım. kusmuk iğrenç demek ki. yanına ne gelirse gelsin.
-(?)...

thomas kyd ve shakespeare ortaklığı ilginç bir keşif. zaten spanish tragedy, zaten hamlet...

başka ne yazsam, ne yazsam da insanları bütün yazıyı okuduklarına pişman etsem. ha, buldum.
bak, bu valla güzel bir şey. youtube'a bir şekilde ulaşmanın yolunu bulduğunuzda arama kutucuğuna "indian jingle bells" yazarsanız başlıkta ne demek istediğimi göreceksiniz bence. hı hı, ebet.

5 Ekim 2009

keskelalaka faysal bir yazı

filmekimi kuyruğu hiç bu kadar şen olmamıştı. sabah poğaçası hacı bekir'dendi. monşer kahve yetiştirdi. gelmişken sadece poğaça almak olmazdı; hacı bekir lokumu ve akide şekeri de işin kremasıydı. ceketimin arkası yüzyıllık inşaat duvarına dayanmaktan beyaz tozlara bulanmışken önü de pudra şekerine bulanmıştı. olsundu, sigara bile ayrı bi lezzetliydi. 5 saat su gibi akıp geçti. iksv beni bu sene biraz üzdü. sahtekarlık yaptı, yalan söyledi. coen'i getiremedi, onun yerine koyduğu filmleri gala fiyatından sattı. bense bütün bunlara rağmen annemi doğrucu davut kovalamış gibi gidip tam bilet aldım, emek sineması görevlilerini çok rahat kandırıp hâlâ öğrenci olduğum simulasyonunu zevkle yaratabilecekken... olsundu, filmler heyecan vericiydi. tam dört adet bilet, gelecek iki hafta sonumu ışıklandırmak için beklemekte. altın çağdan öyküler beni özellikle heyecanlandırıyor, hadi bakalım hayırlısı.

______
melmoth için ekmek arası not: bi ara vakit bulursanız biletlerimizi yarıştıralım lütfen. gerçi sizinkiler kesin döver benimkileri ama yine de dövüştürelim. hem kim bilir belki ortak filmlerimiz vardır, hatta belki yan yana otururuz, neden olmasın.
______

kuyrukta beklemenin acısını ancak kadıköy vapuru alabilir diye düşündük o vakit kesin biz. yoksa niye gidelim kadıköy'e, çiya sofrası'na falan. niye çay içelim rıhtım'da. niye baylan'a sızalım akşamüstü, bir kap kup griye uğruna. ve niye üzülelim baylan'ı pastanelikten çıkıp kahvehane hâlini almış görünce. niye içlenelim oturup kup griye yiyeceğimiz masaların dedikoducu kadınlar ve alışverişe giden karılarını pusetteki çocuklarıyla bekleyen modern kocalarca saatler boyunca işgal edilmiş olmasına. yine de rıhtımda bir bardak elma suyu ya da çay içecek masayı bulduğumuza niye sevinelim. ani ve delicesine yağan yağmura rağmen.

sonra, başka bir ülkede geziyor gibi olmak vapur denizin üstünde yüzerken ve inanmaya davet etmek üzerinde kaydığımız şeyin tuzlu su değil de buz kütlesi olduğuna. zira o kadar beyaz olamaz hiçbir deniz...

kendimi özlemişim ben yahu. kendimle oturmayalı ne kadar çok zaman olmuş. kendimce bir şey yaratmayalı. o yüzden içimde bir şey kıpırdıyor demek ki duvardaki kolaj çalışmasını seyredalınca. kendimce ürettiğim basit bir şey ama değerli kendi meşrebince. detaylı ve mühim, bunca zaman sonra meydana geldiği için.

nazlı hanım'ın tam da şimdi almanya'dan dönmesi ne kadar iyi oldu, nurcan hanım'ın nöbeti devralır gibi almanya'ya uçması da olmasaydı geçen hafta, neredeyse bağrıma basabilirdim almanya'yı.

bu kadar kopuk bir yazıyı bir şarkıyla kapatmak ister deli gönül: moulin rouge filminden, el tango de roxanne. dinlemeyenler dinlesin lütfen.

son ve keskelalaka bölüm:
sahi ne derdin sen bana, unuttum sanki. karanfilim vardı, güzelim de olabilir.
yok yok, gel bakalım buraya, küçük aptal, küçük sevgilim benim, çocuk sevgilim benim... filan falan. böyle bir sevgi yok biliyorsun, değil mi sevgi faşisti, katı ve şekilsiz sevgilim.
gözlerin yanıyor şu anda muhtemelen, öyle hissediyorum. korkma, bu da geçecek. bir tek kokum kalacak, tişörtünün yakasında ve hırkanın düğmelerinde. bir de tuhaf bir sıcaklık avuç içlerinde ve joker'in bıçak yaraları misali gülünce daha da çok açılan ağız kıvrımlarında. korkma, sonra o da geçecek.

30 Eylül 2009

güzel zamanlar koleksiyoncusu ve akide şekeri kutusu

gitmedim ben. hâlâ buralardayım. biraz gümrah ırmak olmuş olabilirim geçen günlerde, biraz da akmış olabilirim ama buralardayım hâlâ.
"güzel zamanlar koleksiyoncusu" diye gerçeküstü romantik türde yazılmış kitap olur bence. egoist ve içine kapanık koleksiyoncu olmak istiyorum. kimse görmesin ve bilmesin ne biriktirdiğimi. peçete ya da pul koleksiyonu gibi elle tutulur bir koleksiyon değil ki bu koltuğa serip komşunun kızını çağırıp gösterelim.
neyse, ne diyorduk. güzel zamanlar, evet. kuledibi'ndeki konak pastanesi'nde bir gece var mesela. "güzel adam"ı güzel ötesi galata kulesi'yle aynı kareye oturtmuş ve seyre dalmış bir biçimde otururken soğuk havaya rağmen müsebbibi omzumdaki battaniyeden çok karşımdaki sıcak kütleye çarpan nefesim olan bir sıcaklık kaplarken burnumu ve dudaklarımı, istanbul tüm güzelliğiyle bir film seti kurup üç yanımıza, sarı ışıklarını üzerimize tutmaktayken düşündüm ben güzel zamanları ve koleksiyonculuğu.
neden sonra taksim parkı'nda çay içerken duyduğum "sen benimle ne yapacaksın?" sorusunun pek de güzel cevabı olabilirmiş aslında bu koleksiyon meselesi. güzel adamın güzel zamanlarının koleksiyonunu yapacağım sadece. olmaz mı ki? niye ki? lütfen olsun. ludven hatta.
aylardır istediğim akide şekerinin peşinde tramvayla yarışırken güzel adam, azılı bir korsika kadınına dönüşmüşken ben, şekeri bulma ve bulamama telaşlarından ibaret bir yaşamacacılık olsun bizimkisi. günlerdir masamda duran akide şekeri kutusu güzel zamanlar televizyonum olsun benim, içine bakıp bakıp kaybolmacalı, çok renkli televizyon.
öyle ayrıksı ve billur hâller içindeyiz işte. zaman mı? çok hızlı, çok hızlı...

18 Eylül 2009

duo

gidelim buralardan monşer....
nereye?
hiçbir yere. hiç kimse olmasın. hiçbir şey. kaybolalım yani. zaman dursun, biz ne zaman istersek o zaman akmaya devam etsin. stand by butonuna dokunur dokunmaz bilinç dışı akışlarımız nihayet başlasın. duvarlara çarpa çarpa akalım. gümrah ırmak olalım. formumuz değişsin. su olalım, hava olalım. ne olursak olalım, bu katılık ve sabitlik yok olsun yeter.

gidelim buralardan morpheus....
nereye?
tatile mesela. senle ben. mesela karadeniz'de bir yere. ya da en ege'ye. sen seç. sabahtan akşama kadar yürüyelim, yağmur mevsimi olmasından huzur duyarak... ama hiç konuşmadan yürüyelim. aklına bir şey gelen diğerinin gözlerinin içine bakıp gülümsesin sadece. yanaklarımızdan aksın damlalar. öyle sakin yürüyelim. kıvamsız, belirgin bir bilinçle. her zaman olduğu gibi işte.

gidelim buralardan heidi...
nereye?
her yere, her şeye.
lakin sırayla...

9 Eylül 2009

lipsoz

ada beyi, lipsoz balığının diğer adıdır. lipsoz buğulama, kırmızı şarapla şahane gider. hele bi de sağlam sohbet varsa yeme de yanında yat olur.

ada beyi, bir istanbul bey'iyle ve onun iki güzel dostuyla yenebilir misal. istanbul'da elbette ki. aylardan eylül'dür ve yağmur yağmaktadır. iyidir, hoştur.
lipsoz turuncu, eylül sarı, şarap kırmızıdır.
.......

-ben bugün biraz 80'ler oldum galiba. hardal rengi ve kırmızı bir arada... sanki bende renkli televizyona yeni geçilmiş gibi.
.......

sol bademciğim yutkunurken acıyor, suda eritmeli föşür vitamin hapı iyi gelecek diye umuyorum. söz dinliyorum, sigara içmiyorum.

zamanlar birbirinin içine giriyor. kaygısız bir klasik romantizm hüküm sürmekte.
entellik ve huzurlu dantellik.
ve söyleyemediğim çok şey.
yani ve sair sair sair...

8 Eylül 2009

oyun, düş, rüya, bilhassa hayat

"her şeyi söyledim..."
"'söylemesem de olacak'ları, 'söylesem hiç olmayacak'ları..." dedi, monşer.
içine ancak tahta bir sandalye ve bir küçük sehpa sığabilen avuç içi kadar bir balkonda otururken biz.
şehir hem dibimizde hem de çok uzakta iken.
küçük, beyaz, dişi bir kedi salonu turlarken ve balkondaki perde akşam rüzgarıyla dolarken.

bir mektuptu yazdığı aslında; alıcısı küçük, beyaz bir kadın.
bir şiirdi yaşadığı ve yaşattığı; güzel, nazik adamdı monşer vesselam...

-yazsana bunu.
-hayır, senin olsun.
-ben yazabilir miyim peki?
-elbette.

(birinci perde sona erdi).
ışıklar söndüğünde aynı nağme yankılandı salonun duvarlarında ve kadının kulaklarında sonsuz kere:
"ah kadın...ah kadın...ah kadın..."

4 Eylül 2009

gönlümle baş başa düşündüm demin

heidi dediğiniz insan:

*günlerdir jacques brel dinliyor.
last fm sayfası kendisini çok pis ele veriyor.
*gördüğü son fransız filminin sona kalan birkaç karesini fransız şarkılarıyla temizliyor.
*ilk defa müziği sinemaya üstün tutuyor.
*yaşıyor.
*yaşadığının farkına varıyor.
*teşekkür ediyor.

1 Eylül 2009

filmekimi beklentisi

az önce natacha atlas-gafsa çalıyordu kulağımda da hemen kim ki-duk geldi aklıma. dün gece mösyö begonville ile telefonda konuşurken de aklımı meşgul eden bir soruyu sordum kendisine. acaba bu filmekimi'ne yine kim ki-duk gelecek mi? geçen yıl rüya ile ondan önceki yıl da nefes'le filmekimi'ne çiçek ekmişti kendisi benim gözümde. ama imdb beni yanıltmıyorsa gelmesi namümkün. programı ne zaman açıklayacaksınız kardeşim! bak çoluk çocuk perişanız!

melmoth okuyorsa beni hâlâ, unutmadıysa yani, şu işe bi el atsın. o bilir kesin kim gelecek kim gelmeyecek. hele konu kim ki-duk'sa.

29 Ağustos 2009

Ach, ich brauche beim Friseur zu sein!

sabah saçını kısacık kestirip gelen ev arkadaşımı görünce saçlarımla çok uzun süredir oynamadığımı fark ettim ve hemen kuaföre koşmak geldi içimden. geçen 8 yıldan beri yaptığım tek değişiklik yedi ay önce uçlarını maviye boyatmaktı. istek birden gelmişti ve vakit kaybetmeden gidip yaptırmıştım. fena da olmamıştı aslında. akınca tekrar boyamıştım, bu sefer yeşil olmuştu. sonra okaliptüslü olips şekeri rengi. sonra yine mavi. bi de mor yapayım mı derken mezun olmuşum haberim yok. kampüsten ofise taşınmış saçlarım ve iş dünyası "mor ciddiyetsizliği"ni kaldırmaya hazır değil henüz. ileride de olur mu bilmem.

ama kuaföre gidesim var bilog, bil yani. belime kadar uzun, düz ve siyah saç güzel tamam, ama dokunasım var yine de.
ah beni vazgeçirmeseydiniz, haziranda gidip küt kestiriyordum işte. çocukken olduğu gibi.

"saçmalama, depresif kadın modeline mi bağlayacaksın hemen" diyenleriniz olmasaydı şimdi en fazla omuz hizasında olacaktı saçlarım.
artık da o kadar kısa kestiremem ki, kış geliyor.

abla: perma falan mı yaptırsam acaba?
kardeş: yaptır yaptır da annem seni eve almasın.


nöt: almanca bilenler başlıktaki cümleyi dil bilgisi açısından kontrol etmeye kalkmasınlar, çok pis döverim. içimden geldiği gibi yazdım, brauchen+Akk. dışında bir kalıp olmayabilir, götümden uydurmuş olabilirim yani. wünschen falandır onun doğrusu ama neyse.

27 Ağustos 2009

esin özbek ve yadırganası merak. hedefi değişken tuhaf bir rahatsızlık hissi. iyileşme isteği. bu iş çok zor yonca sorunsalı.

sabah gazete büfesinde 24 sayfalık bir uykusuz'la ve içinde mini 7. yaş eki olan bir penguen'le karşılaşmak beni ancak bu kadar mutlu edebilirdi herhalde.
uykusuz'un içinde esin özbek'e ve "kız olmaktan tiksindiğim anlar"a rastlamak da bu kadar şaşırtabilirdi herhalde.
o diil de esin özbek evlenmiş geçen yıl. kiminle acaba?

o da diil de julio medem usulü bir kadercilik geliyor aklıma hep. B, A'nın sevgilisi. C, D'nin sevgilisi. ama B, karikatür çizer ve sever bir kişilik olarak D'ye hayran. D, C'yi terk ediyor. B ile A ayrılıyorlar. C ile A başka bir zamanda tuhaf rastlantılarla tanışıp sevgili oluyorlar. iki ay sonra da bir daha buluşmamak üzere başka başka yollara gidiyorlar.

A, C'den sonra nefret etmeyi öğreniyor, kadere daha da çok inanıyor ve ruhunun iyileşmesini mayıs başında bir akşamüstü lacivert bir arabanın kapısına sıkışan parmağının iyileşmesine bağlıyor. gün sayıyor...

26 Ağustos 2009

gerçekler baharatlıdır

bir koca kap sade dondurmayı kendi başıma yemeye kalkışıyorum şu anda. buna düpedüz dondurma kıskançlığı yapmak denir. yarısından fazlası eriyip çöpe gidecek bi şeyi inatla yemeye devam etmek. bitirebilecekmişçesine. türkçe'deki en uzun kelimelerden biri.

kadınlara ve erkeklere yüklediğim katı roller ve kurallar var, bugün bunu anladım. bazı erkekleri bazı durumların içinde hayal edemiyorum mesela. hani çok aşık olduğunuz birinin tuvaletteki halini düşünemezsiniz ya, öyle işte. önemseyip kafamda ayrı bir yere koyduğum insanlara insanüstü insan muamelesi yapmaktan ne zaman vazgeçeceğim acaba? karşımdaki insana insanüstü damgasını sorgusuz sualsiz yapıştırıp insanüstülüğe sığmayan bi şey yaptığında (yani normal bildiğin insanlığa sığan bir şey) ondan soğumasam ya.

übermensch diye bi şey yoktur, übermensch diye bi şey yoktur, übermensch diye bi şey yoktur...
gördüğümüz bütün o karizmatik adamlar burunlarını karıştırıyorlar, porno izliyorlar, hatta coupling'teki patrick misali eski aşklarının uygunsuz fotoğraf ve videolarından bir high honor albüm yapıyorlar.
vallaha bak.

25 Ağustos 2009

kıymalı mantar+komşuculuk+kavalye

salamlı garnitürlü patates'ten sonra ikinci deneysel yemeğim de ocağın üstündeki yerini aldı az evvel.
kıymalı mantar ya da mantarlı kıyma.
galiba mantarlar daha çok, o zaman kıymalı mantar.
a beycim patatesten ilk çatalı alır almaz "buna salam koymasan daha iyi olurdu kuzum, olsun yine de güzel" deyip iki tabak bitirince şevklenip zevklenip yeni bir yemeğe girişme cesaretini kendimde buldum herhalde.
annem kıymalı mantar'a biraz şüpheci yaklaşsa da ben inançlıyım bilog. denemek lazım böyle şeyleri, denemeden bilemiyor insan.

yemek ocakta ve ben şu anda delicesine bir arzuyla komşum olmasını istediğim insanları düşünüyorum. birkaç tane var. istiyorum ki komşum olsunlar, daha çok göreyim onları, bir tabak kıymalı mantar karşılığında bir kahve içeyim. onların televizyonu olsun (benim yok ya), birlikte saçma bi yarışma programını izleyelim ya da akşam haberlerini. hava durumu bile olur.
sonra "aaaaaaaa saat ne geç olmuş komşucum, ben kalkayım artık. sıra sende bak, vallaha beklerim" diyeyim. o da "bunu saymadım ki ben, gene gel" desin...

teşekkür, minnet vesaire departmanı: bugün sabahın köründe uyanıp istanbul'un dağı-kırı-bayırı diye tabir edebileceğimiz bir yer olan ikitelli'ye gitme macerasında bana eşlik eden fena halde sakallı ve bıyıklı ve de nazik kavalyeme buradan "sipeşıl tenks" demek istiyorum. kendisi burayı okumuyor ama olsun ben okuyorum ya o da yeter.

20 Ağustos 2009

etfal hakikaten

buraya yazıyorum:
ŞİŞLİ ETFAL türkiye'nin en berbat hastanesidir. her anlamda bir türkiye gerçeğidir. mecburen kendinizi orada bulduğunuz koşullar haricinde adım atmayınız, 2 sokak yakınından geçmeyiniz.
doktor namzeti gerzek asistanlarla muhatap olmayınız.
her beş dakikada bir oradaki doktorların eline düşen insanlara yardım ve sabır dileyiniz.

ve sen asistan kaan,
umarım doktor olamazsın da hiçbir hastaya eziyet edemezsin.
sübhaneke amin.

18 Ağustos 2009

fg

bob sinclar-we are everything

günlerdir aradığım şarkı.

14 Ağustos 2009

idrak

ne yiyeceğimi düşünmeye üşenmekten haftada en az bir gün kentucky'den tavuk yemek istemiyorum ama olmuyor. adeta bi cuma ritüeli oldu. sonunda bugün telefonla arayıp bizi yemek sepeti'nde oylar mısınız heidi hanım dediler. sağolsunlar on tane falan sos paketi göndermişler bi de.
avea 2 aydır kontör yüklemememe rağmen gün aşırı mesaj gönderiyor bana. 50 kontör yükle bıdı bıdı olsun diye.
fg'deki şarkıyı hala bulabilmiş değilim. zannımca bob sinclar adlı kişinin bir mix'i. son tahminler o yönde. zaten istasyonu değiştirdim bu sabah. garip bi radyo çıktı, sezen aksu'nun radyosu olmasından şüpheleniyorum. zira şarkı aşırı sezen aksu çalıyor. bi bülent ortaçgil bi sezen aksu bi teoman bi sezen aksu gibi mesela. neyse dursun şimdilik, nasılsa günlerdir sadece across the universe dinliyorum.
kendim öteki kendime bir hafta önce çok pis küfretti; ihanet mi etmiş neymiş, yeni fark etmiş. şimdi öteki kendim kendimin yüzüne bile bakmıyor, karşılaşınca yolunu değiştiriyor. kendimle barışık değilim bu aralar yani anlayacağın. ayrıca;
-i'm not schizophrenic.
-neither am i.

anneye iade-i ziyaret hafta sonusu, doktor randevusu, kuzen nişanı, arkadaş toplantısı, yol yorgunluğu. benim söyleyeceklerim bu kadar, biraz da diğer yarışmacı arkadaşlar konuşsun, hayat. olmaz mı?




-----lucia y el sexo güzel film bence. julio medem ne yaparsa güzel yapar zaten. tabii gece gece izleyip ilk yarım saatte uyuyakalmasaydım daha da güzel olabilirdi. uykuma sabır, bana da şefkat gösteren, su içiren ve en bi prenses hissettiren adama kocaman bi kutu öpücük gönderiyorum. bir ay çok uzun bir süre, biliyorsun di mi? şimdiden özledim yahu.------

13 Ağustos 2009

patrooooon, koş! görüşmeye bi kız çocuu göndermişler.

idi dünün özeti bence. ancak bu kadar kız çocuu olunabilirdi iş dünyasında. sanki iş dünyası fırfırlı bi etek, ben de üstüne sonradan dikilmiş kelebek.
benim en çok önemsediğim o mini mini ayrıntılar, küçücük detaylar kimsenin umrunda değil. herkes süzülmüş, damıtılmış faydalı bilgi bekliyor. sanki tuhaf bi sensörleri var; işlerine yarayan bi şey anlatmaya başlayınca birden gözleri kocaman açılıyor, doğru tuşa bastığını anlıyorsun, onun dışındaki yerler hı hı hı hı evet sesleri içinde yitip gidiyor.

biliyorum iş dünyası, iş dünyasından iş dünyası olmamasını beklemek kız çocukluğunun dik alası.

o diil de bi radyo var: fg. future generation herhal. orada bi şarkı çıkıyor 5 keredir falan. hep son 15 saniyesini yakaladığım için de elimdeki "sunshine", "open up your eyes", "magical feeling" kelimelerinden çok affedersiniz hiçbir cacık olmuyor. bu şarkıyı, söyleyenini falan bulsam ne güzel olur.

11 Ağustos 2009

begonvil vapuru

anne güzel, anne cici. anne hep özlenen insan modeli. insanın annesi ve kardeşi uzaklardan koşup gelip hafta sonunu şenlendirince sokaklara dökülüp doyasıya gezmek elzem oluyor. bütün hafta ofise tıkılıp kalmış bünyeyi sokağa çıkarırsan sonuçlarına katlanacaksın. cumartesi sabahı anne ve kardeşin "haydi kahvaltıya" demesini ne çok özlüyor insan. evdeyken kıymeti bilinmiyor.

"eeeee nereye gidiyoruz?", kahvaltı masasında kurabiyeyle birlikte gelen soru. hiç duraksamadan büyükada'ya diyorum. kimse itiraz etmiyor. öğlen vaktindeki vapuru kaçırmış olmak ada öncesi bir saatlik bir ortaköy gezisi bahşediyor bize. annemin senin neden hiç etekleri uzun elbisen yok demesi sonucu da krem rengi uzun bir elbise sahibi oluyorum. o kadar yabancıyım ki uzun eteğe, ayak bileklerime dolanıyor yürürken ama çaktırmıyorum, kimono giymiş capon gibi minik minik yürüyorum, havalı oluyor bence.
saat üç vapuru tıklım tıklım. italyan bir turist kafilesiyle birlikte vapurun en güzel yerine bağdaş kuruyoruz. deniz öyle lacivert ki gözlerini alıyor insanın. ben turistlere bakıyorum, bi ara o kadar kaptırıyorum ki konuşmalara kendimi, italyanca anladığımı sanıyorum. annem manalı bi gülüş atıyor karşıdan, ben ne var der gibi kaşımı kaldırıyorum. hiç diyor, italyan aşkın geçti mi diye bakıyorum. geçmiş baksana diyorum, gürültü yapar gibi konuşuyorlar.
adaya iner inmez yemek, sonra hemen yollara vuruyoruz kendimizi. aya yorgi'ye kadar yürüyoruz, geldik mi geldik mi isyanları arasında. sonra faytonla ağır ağır geri dönüş yolu, her yerde begonviller. annem mest oluyor; ağaç fidesi, çiçek tohumu falan satan adama ne zaman dikmek gerek, nasıl dikmek gerek diye soruyor. annem sonbaharda ısrarlı, adam hayır ilkbaharda diyor.
duydun mu ilkbahardaymış diyor bana dönüp, duydum anne diyorum, ilkbaharda gelip begonvil fidesi alınacak sana, ajandama yazdım. babam da telefondan katılıyor annemin begonvil sevincine ve ada gezimize. biraz buruk, iyi gezin bakalım bensiz diyor.
19:40 vapuru öncesi iskele dibi mado'sundan mado dondurması, gün batımında vapur balkonunda deniz-dalga-köpük sefası... bakıp bakıp sarhoş olunası bir manzara.

yazın son zamanları bunlar bilog, her ne kadar kışı özlemiş olsam da tadını çıkarmalı.

6 Ağustos 2009

için/mdeki kuşa

"öldü, kim ısıtır artık onun ellerini
suların aynasında üşüyen ellerini
suların saygısıyla üşüyen ellerini."
ismet özel/kuşun ölümü

3 Ağustos 2009

julian mcmahon, vişne, nikılsın adamları...


dünden beri koyayım koymayayım derken sonunda dayanamayıp koyuyorum bu fotoğrafı. iki gündür ekseriyetle bu adamı aynı bu formda düşünüyorum. adamdan mı vişneden mi kaynaklanıyor bilmiyorum ama bu fotoğrafa bakınca bir haller oluyor. kendisini oldukça beğeniyorum evet; mantı açarım, börek sararım, hasta olsun çorba yaparım. bilumum sevgi, şefkat ve iyi muameleyle kucaklarım. kendisinin aslına birebir uyan suretini yapabilen androidçiyi ömrü boyunca ihya ederim.
her genç kızın etajerinin üstüne bundan bir tane tahsis edilmesi için tayyip'in gereken yasayı çıkarması gerektiğini düşünüyorum. hem tatil sezonu şimdi, kimse abesle iştigale takılmaz, hop geçer yasa meclisten. abdullah da güllerin içinden koşarak gelip imzayı çakar. türk ananelerine son surette aykırı bu şeytan tüylü herif de kocaman gülümsemesiyle o vakit yerini alır hayatımızda.
başbakanım, sen bu yasayı geçirirsen eğer bak söz bi dahaki seçimde oyum sana. tabii bir sonraki projenin başlığı "jack nicholson'ın 30larındaki halini birebir kopya eden android nikılsın adamlarının (lütfen dikkat: şişme bebek değil) piyasaya sürülmesi" olmalı, onu hiç söylemiyorum bile.

31 Temmuz 2009

metro adamı ve martı

sabah metroya yürüyorum, bugünün cuma olduğunun içten içe ayırdına vararak. poğaçamı ve dergilerimi almışım, sabahtan başka bir beklentim yok. yine durmayarak fakat yürüyerek iniyorum yürüyen merdivenleri (çünkü "merdiven yürüsün kardeşim, bana ne ben merdiven miyim"ci değilim, evet) ve turnikeden sorunsuz bir geçiş yapıyorum. güvenlik görevlisinin dikkatini bile çekmiyorum, elindeki tuhaf cihazı bana yaklaştırmaya yeltenmiyor çünkü. o sırada kağıt parayla akbil yükleme makinesinin "lütfen sadece kağıt para girişi yapınız!" anonsu istasyonda iki kez yankılanıyor ve tam arkamda turnikeden geçmek üzere olan adam büyük bir panikle güvenlik görevlisine bakıyor ve "bunun kağıt para girişi nerde?" diyor. şimdi adama hep birlikte gülelim hohoho olsun diye yazmıyorum bunu ca'nım okur. olur böyle durumlar demek lazım ki hakikaten oluyor. mecidiyeköy'de kayboluşumu hatırlıyorum da mesela ne fenaydı. hisarüstü'ne ilk gelişimde beşiktaş'tan aktarmalı geldiğim için sonraki gelişimde avrasya maratonu sebebiyle yaşanan trafik kargaşında kendimi mecidiyeköy'de bulunca fena afallamıştım. o korkunç yağmurda mecidiyeköy'den beşiktaş'a gitmenin yollarını aramıştım. halbuki doğrudan hisarüstü var ama yok ben illa beşiktaş'tan geçip gideceğim. hey allahım... sonra tabii iett'ye binip "bi beşiktaş" demişliğim de var ama onu şimdi söylemeyeyim, çok gülersiniz.
kapa parantez ve devam
işte metro yolculuğunu da tamamlayıp vali konağı'na çıkınca sakin sakin yürümeye devam ettim bir süre. bir yerde yeşili yakaladığım için hemen karşıya geçtim ama sonraki ışıkta kırmızıya yakalandım. yolun kenarında durmuş beklerken birden bir martı alçalarak gelip tam önümde hareket halinde olan taksinin tavanına çarpıp yolun ortasına düşüverdi. herkeste bir şaşkınlık oldu, karşı kaldırımdan biri aaaaaaa dedi. o iki saniyelik sürede herkes dondu. sonra ben yola doğru seğirtince başka bir taksi birden gaza bastı ve biz ne olduğunu anlamadan martının kanadından geçti - taksiciye yöneltilen sinkaflı laflar için hikayenin tamamlanmasını bekleyiniz - tam o anda yanımdaki eli öpülesi yaşlı adam arabalara dursunlar diye bağırdı. herkes bi trans hali içine girmişken ben yolun ortasına koşup kucakladım martıyı ve götürüp kaldırımın kenarına koydum. öyle küçük, öyle güzeldi ki ve öyle çaresiz bakıyordu ki. hayatımda gördüğüm en vurucu manzaralardan biriydi. birkaç kişi kaldırıma toplandı, uzaktan baktı; yanımdaki yaşlı adamın yanına orta yaşlı tema vakfı çantalı bir kadın eklendi. olay anını görmediği için ne olduğunu kısaca anlattık. üçümüzün dışındaki çılgın kalabalık takriben 8 saniye sonra puf oldu. bizse martıyı incelemeye aldık. görünürde kanama falan yoktu ama yerinden de kalkamıyordu. veterinere götürmeli dedik, belki yapılacak bi şey vardır. tema vakfı çantalı kadın kucakladı ve ben biliyorum, götürürüm dedi. yaşlı adamla bense martıyla vedalaşıp ayrıldık. umarım korktuğu için kalkamamıştır yerinden ve gerçekten ezik ya da kırık değildir kanadı ya da bacağı.
sana gelince taksici, söyleyecek söz bulmak kolay değil. orada yeşil yandığını görüp geçmeyi akıl ediyorsun da yolun ortasında yatan martıyı görüp geçmemeyi nasıl akıl edemiyorsun bilemiyorum. tek tarafa mı işliyor senin beynin kuzum? illa "yeşil ama martı varsa kırmızı" diye yeni bi ışık mı yaptıralım senin için? olmaor ben anlamoor, nasıl, niye bu kadar uzaklaştık, hissizleştik. canlı kardeşim o canlı, senin üstüne bassalar nasıl canın acır, onun da acıyor salakçım. aynı şeyleri hissediyor seninle. yani aslında senin hissetmediklerini hissediyor diyelim. formu kuş diye formu insan olan senden daha az kıymetli değil benim gözümde, hatta senden ve senin gibilerden kat kat daha üstün. ama yok insan olmazsınız ki siz. önce gözü açmak lazım, görmek lazım. fark etmek lazım. umarım fark edersiniz birgün. martının yerinde yatanın çocuğunuz olmasına gerek kalmadan. umarım.

30 Temmuz 2009

yolun ilk çeyreğinde hayattan çıkarılan ilk ders

çocuksun daha heidi, biliyorsun di mi? kırk fırın değil kırk bin fırın ekmek yemen lazım daha büyümek için. anlamadığın ne kadar çok şey var hayatta. sen farkında olmadan doksan dokuz koldan akıyor hayat. herkesin kendine göre bir gerçekliği var ve herkesinki en çok kendini yakıyor. kendi küçük pencerenin elverdiği kadar görüyorsun dünyayı; a dünya buymuş, bu kadarmış diyip yaşıyorsun; sonra bi açılıyor öbür pencere, feleğini şaşırıyorsun. bakakalıyorsun öylece giden geminin ardından, serde çocukluk var, ağlıyorsun.

ve fekat başkasının zamanı senin zamanına toslamadan akıp geçmiş oluyor, yetişemiyorsun. düzelteyim diyorsun, koşayım arkasından, durur da bir el verirse ne ala, yoksa ömrün boyunca taşıyorsun cebinde yanlış ata oynamanın faturasını.

koş yakala, sarıl sımsıkı, belki öyle munis, öyle yumuşak elli bir adamdır ki o kadın görür seni de hâlâ çocuk olduğunu unutursun azıcık.

hamsın daha, piş de yanma inşallah.

24 Temmuz 2009

yatay limit

-iki gündür beş kere "izbe" ve "mezbelelik" sözcüklerini harmanlayıp "izbelelik bir yer" dedim. bahsettiğim yer neresi, bilmiyorum.

mezuniyeti inkar ediyorum,kristofır. iş dünyası tek dişi kalmış canavar gibi duruyor uzaktan bakınca, korkuyorum. maslak'ta kayboldum mesela geçen gün çünkü yarım saatte bir plazayı bulamadım. vızır vızır geçen arabaların arasından ceylan gibi sekince bir süre, sex and the city usülü içi boş ve nahoş dizilerde gördüğümüz kendini güçlü sanan topuklu kadınlara (sadece ayakkabı topuğu ve kadın olunca "topuklu kadın" oluyor) benzettim kendimi. üstelik ortada bir mr. big olmadığı da açıktı. hatta belki kimse dizinin sonunda gelip "evet, seni seçtim heidi, kadınım ol" demeyecekti. ya da öyle bir şey diyen olursa ben zaten onun kafasını gözünü yaracaktım.

ahir zamanın en alengirli bay b.'si ben onu beklediğim zamanlarda hiç gelmedi ya artık benim canım onu beklemek istemiyor. bir akşamüstü merhabası daha eksilsin varsın, zaten kendisi hızla şekil değiştiriyor. metro istasyonunda bir aksi durak, beş dakikalık bir gecikmeden doğan beklenmedik bir kesişme... bay b. dediğin bundan ibaretse artık ben yaşanmamış bir yarımlık kadar olası buluyorum bu olmamışlığımızı. içimden selamlıyorum sessizliğini, aklımın içindeki hayalden öpüp yürüyen merdivene koşuyorum. bazen ne kadar da yoruluyorum sana bakınca, yaşlandığım yılları taşıyorsun yanında farkında olmadan. benim sana yüklediğim ne varsa eksiltiyor seni gözümde, olmadığın her şey için seni suçluyorum belki, affet.

uzunca bir süredir tekrar etmiyorum seni, böyle böyle kaybolur musun ezberimden bilmiyorum. ne olursa olsun, birkaç sene boyunca severken en çok kırılıp dağıldığım ama dokunurken bir o kadar cimri kaldığım, şimdiyse kendi ellerimle inşa ettiğim tuhaf bir sanrı olduğunun ayırdına vardığım biri için az ama öz bir hesaplaşma yazısı yazmalı deyip açıyorum bu sayfayı.
böylece bir iç parantez de kapanıyor senin dahilinde bilog, haberin olsun. yükün 1/5 oranda hafifledi.

ilgili adamın dikkatine: yarın cumartesi sanırım. bir su kenarı bul bize, ayaklarımızı sokalım. biraz da kum olsun, bilirsin ben kumda yüzmeyi severim.
akşama saçımın her teline bir kum tanesi yapıştırıp dönelim, yanaklarımız güneşten kıpkırmızı, alnımız gün ışığında sımsıcak.

kum, deniz kızının vergi puludur. her sene en az bir tane bulup alnına, burnuna ve avuçlarına yapıştırmak lazım. yoksa denizi unutur, denizi unutursa da bir daha iflah olmaz, meczup olur.

o yüzden diyorum ki bir deniz bul bize, biraz da kum. uyarına gelirse bir plaj şemsiyesi de olmazsa tepemizde çok memnun olurum, şezlong falan da istemez hani.

22 Temmuz 2009

ikiyüzlülük psikolocik bir vakadır

ikiyüzlü insanlardan nefret ediyorum bilog. hele yılan kadınlardan tiksiniyorum. yüzüne gülen, sırtını pış pışlayan bir kadının aslında arkandan konuşup "a o mu, ay çok kötü bir insan o" demesini kaldıramıyorum. aklım ermiyor ki, erse kaldıracağım. bu insanlarda organizma, metabolizma filan nasıl çalışıyor acaba? nasıl bir kafa karışıklığı bu?
sayın dişi, benim sana verebileceğim şey belli: arkadaşlık. başka bir şey vaat ettim mi? hayır. sürpriz paket değilim, içeriğim belli, görerek alıyorsun. o zaman arkadaşımsan çok lütfen tutarlı bir ilişki kuracaksın di mi? benden içten içe tiksiniyorsan neden dibimdesin? neden yüzüme ay canım, şekerim yapıyorsun? e arkadaşımsan ve beni seviyorsan niye arkamdan millete kötü diyorsun? neyime kötü diyorsun, ha canım kardeşim?
zengin de değilim ki ben yanımda dolaşıp maddi çıkar sağlamaya çalışıyor diyeyim.
salak mısın yahu, bi pencereyi aç, temiz hava al, aklın başına gelsin. o kadar sene hiç mi durup düşünmüyorsun ülen ne yapıyorum ben diye. bu kızın burada yüzünü yalıyorum, sonra gidip oradaki çocuğa bunu kötülüyorum. mantıklı iş mi bu diye soracak bir mekanizma çalışmıyor mu sende şeker? o zaman sen önüne gelen herkesin peşine takılıyorsun; canın sıkılınca, muayyen günlerinde, yakışıklı sevgilin seni terk ettiğinde, lan bu hatice'nin saçı niye bu kadar güzel, ayşecan neden bu kadar zayıf diye takıp ezik halinle kendince acınası intikamlar alıyorsun. hayattan beklentin, alacağın bu senin herhalde. tabii, bir "kadın" olarak başka türlü hayat nasıl geçer yoksa. kıçım genişlemesin, kıllarım çok uzamasın, spor yaptığımı tanıştıktan sonraki 5 saniye içinde lafın arasına sıkıştırmalıyım çünkü vücudumun gelişmesi beynimin gelişmesinden daha önemli evet, parti mi yapıyoruuuuuuuz, hemen geliyorum, şuradaki marka ayakkabıyı giyemeyen ezikler için hep birlikte tezahürat yapalım, benim babamın çok parası yok ama son kuruşla da olsa alırım o marka ayakkabıları da ezikliğimi hiç çaktırmam, vızır vızır vızır...
böyle bir insansın o zaman sen, yazık.

cinsimi sevmiyorum galiba ben anacım. feministlerden zaten nefret ediyorum ama misojeninin de haklı tarafları var demek ki baksana. insan böyle örnekler görünce düşünmeden edemiyor. demek bu yüzden ben aynı cinsi paylaştığım insanlarla olan arkadaşlık ilişkilerimi bu kadar sınırlı tutuyormuşum senelerdir. bir bildiğim varmış demek ki.

ders çıkar heidi, ders çıkar. şapkasını, paltosunu, şemsiyesini ver, gitsin. boşver. erken kalkan yol alır nasılsa. kendisi gibi insancıkların yaşadığı diyarlarda ona başarılar diliyoruz, gözlerinden öpüyoruz.

günde bir kere "fuck you bitch" deme hakkım olsaydı onu şimdi kullanırdım.

15 Temmuz 2009

bikaç tespit yapıp gidicem,şekerim

herhangi bir mevsimde, öğleden sonra vakitlerinde istanbul sınırlarındaysak, dışarıda birden yağmur başladıysa ve biz dışarıda değil ofisteysek yapılacak en akıllıca hareket levent yüksel'in ilk albümünü açıp dinlemektir. o nasıl bir melodidir, nasıl bir ahenktir öyle.

yazın ortasında hala denize gidememiş insanlar akşamları küveti doldurup çıppıdı çıppıdı eğlenebilir, bunun kimseye hiçbir faydası olmadığı gibi zararı da yoktur. bronzlaşmak isteyenlerin işini de mikrodalga fırınlar gayet iyi görebilir.

adrese dayalı nüfus kayıt sistemi dünyanın en gereksiz uygulamasıdır, bir ülkenin vatandaşına yapabileceği en büyük zulümdür.

taze çekilmiş, sütsüz kahveyle en iyi giden şey yaygın kanının aksine sigara değil iki adet çikolata parçacıklı bisküvidir.

bu bilog maksadını aşmadan yazar kişisi evine gidip uyumalıdır.

6 Temmuz 2009

balo sevinci

bin atlı önceki gece güney çimlerde çocuklar gibi şendik. güney güney olalı böyle şenlik görmüş müydü bilmiyorum ama ben görmemiştim. herkes daha bi büyümüş sanki dört senede, ya da takım elbise yüzünden bana öyle geldi.
usturuplu başlayan yemek, çimlerde çıplak ayakla dans etmeye kadar vardı. okulu sayfiye yeri olarak görmenin muhteşem zevkini tatmak bünyelerde derin izler bıraktı. okulun güvenliği beni ayakkabılarımı giymeye ikna etmeye çalıştı birkaç kez - çünkü çimlerde cam varmış - lakin müspet bir sonuç alınamadı. e sonunda o camlar benim ayağıma battı mı, battı. acıdı mı? hayır, hiç sanmıyorum.
ters ışıkta ve düz ışıkta çekilmiş onlarca fotoğrafım var şimdi. koskoca dört seneyi devirdik boun'da kristofır, biliyorsun. neler neler var o dört senenin içinde, anlatsam şaşırırsın. ben 17 değilim artık, 22'yim. arada koskocamaaaaaan bi fark var.

(benim fikrimi sormadan beni mezun eden okuluma buradan teşekkürlerimi gönderiyorum. kim dedi size ben mezun olmaya hazırım diye! okul beni al, okul beni sar, bağrına bas!)
for rizıns of pırayvisi, fotoğraf paylaşmıyorum ama siz beni, siyah küçük elbisemi, yüksek topuklarımı, 32 dişimi ve sonsuz sevincimi aklınızda bir kareye yerleştiriverin kuzum.



heidi mezuncuk oldu, çiçekli zamanlar bunlar, tadını çıkarmalı.

28 Haziran 2009

joker

geceyarısıydı. balkon kapısının önünde oturmuş sigara içiyordum, sense gelip kucağıma yatmıştın. sırtımdaki battaniyenin uçlarıyla seni sarmama itiraz ettin her zamanki gibi. "kendini sar, ben üşümüyorum" dedin.

"gülünce joker'e benziyorsun, biliyor musun?" dedim sonra birden, ayışığında yarısı aydınlanan yüzüne ve alabildiğine karanlık gözlerine doğru bakarak.
"bunu o kadar fazla insandan duydum ki" dedin.
ben tutuk ama umursamaz bir ifade yerleştirdim yüzüme, çenemi hafif yukarı kaldırıp ağzımda boğulan dumanı üfledim bir nefeste.
"çocukken aynada joker'in gülüşünü çalışırdım, ona benzemek isterdim hep" dedin.
güldüm ben sana. her zamanki gibi, her şeyden habersiz o gülüşle.

bir gün senin joker'in ta kendisi olabileceğini hiç ama hiç düşünmeden. en kötü kahramanımın gözlerinin içine sevgiyle bakarak, yanaklarını okşayarak balkon duvarına baktım bir süre.

seni en son gördüğüm yerde de, o an sadece gülüşünle değil yüzünün her kıvrımıyla joker'in ta kendisi olduğunu fark etmiştim aslında da kendime itiraf edememiştim.

bunca zaman sonra gelip bunu buraya yazıyor olmam ne seni unuttuğumu gösteriyor ne de hatırladığımı. küçük bir çekmecesin aklımın ücra bir köşesinde, dokunursam açılırsın. bir ay önce ilk kez dokunduğumda yüzümde patlamıştın, şimdi kuruyan bir yaprağın ağaçtan kopup yere düşmesi kadar ya da hava bulutlanınca yağmur yağması kadar sıradan ve olağan geliyor o çekmecenin açılması. eskiden günde 5 kere açıyorsam şimdi 5 günde ancak bir kere belki.

bunları sen okuyasın, göresin diye buraya yazmıyorum. ben okuyayım, göreyim diye yazıyorum. senin benim için ne olup ne olamayacağını şöyle bir yerlere kazıyayım istiyorum. kazıyayım ki taşlar yerine otursun.

şimdi dönüp baktığımda rahatlıkla söyleyebilirim ki seni hiçbir şey için suçlamıyorum. aşkta ya da sevgide adalet aramayı da çoktan bıraktım. sadece, umarım kendimi senin gibilerden sakınmayı öğrenmişimdir. eğer buna vesile olduğunu fark edersem bir gün, gelir mutlaka buradan afili bir teşekkür ederim.

ne yaşadıysak yarı yarıya. sen joker'in kendisiydin ama saçları yeşil olan bendim, sen değil. haaaaa, ben ömründe joker görmemiş bir deniz kızıydım, o ayrı.

20 Haziran 2009

sinbad


çocuktum ben. fena halde çocuktum hem de. bademciklerim şişmişti yine. kışın her hafta şişerdi zaten. neden sonra penadur (bkz. doksanlarda yaşamış bir çocuğun hayatını kabusa çeviren detaylar: nambır van) geldi de kurtulduk o dertten.
çocuktum ya ben, o zaman hep sinbad çıkardı televizyonda. çizgi film olan değil, dizi olan. işte yine öyle bir gün ben hasta ve baygın gözlerle televizyona bakarken sinbad başladı. yarısında uyuyakalıncaya kadar pür dikkat izledim. uyandığımda sinbad bitmişti, akşam haberleri başlamıştı. neden her gün yayınlandığını anlamadığım bir programdı o zaman akşam haberleri. hiç sezon finali yapmazlardı, hem de reha muhtar'lı falan akşam haberleri... uf uf uf.
ama uyanır uyanmaz yüzüm gülmüştü. çünkü annem hamur kızartmıştı. bademciklerimin korkunç ağrısına ve boğazımdaki şurup tadına rağmen iddia ederim ki hayatımda yediğim en güzel yemeklerden biriydi. bütün aile bir aradaydı, aklımda sinbad vardı. ve sen zen gesner, korkarım ki çocukluk aşklarımdan en alengirli olanıydın. bugün de işte seni hatırladım ve 22 yaşını doldurmuş koskocaman bir kadın olarak bu itirafı yapmak istedim.
şimdi çıksan gelsen, elimden tutsan sorgusuz sualsiz gelir miyim, evet! herkesten gerçektin yahu sen!
ve şimdi büyüdüm ya ben, sana benden açık davet:
gelirsen bir gün eğer - belki binbir gece sonra - bir masalda buluşuruz seninle belki, ne dersin? (yaşlandıysan da kafana takma, eminim şimdi bile kalbimi yerinden oynatabilirsin. sevgiler, öpücükler.)

7 Haziran 2009

arabesque

nazlı hanımcım dün gece yarısı kulağımı çekti. yaaaaaaa.
sana bir hafta süre dedi. ne için dedim. yazmak için, yaz artık dedi. ondankelli'de sana tur bindiriyorum neredeyse dedi. yazacaksın, söz mü dedi. söz dedim.

dün öyle sıcak öyle narin bir gündü ki... s beycim beni aldı, besledi, büyüttü. elimden tuttu, beyoğlu'nda sinemaya bile götürdü. çok daha güzel bir film olabilecekken, o malzemeye sahipken, diyalog ve oyunculuklardaki başarısızlıklar yüzünden (evet mehmet ali nuroğlu da dahil) vasat bir film olup çıkmış derviş zaim'in nokta'sı. ilk filmi tabutta rövaşata olan bir yönetmen olarak sen derviş zaim, kusursuz işler çıkarabilirsin halbüse. ama fikir aklına düşünce heyecanlanıp bi çırpıda çektin zannımca filmi. tamam afili de çekmişsin hani, ona sözümüz yok (bir seferde,kamera kapanmadan falan) ama olmaz ki, böyle de yatılmaz ki demiş orhan veli. sana demiş, kulak ver.

bu kadar beyoğlu yeter. şimdi müstakbel (çünkü daha tam anlamıyla taşınmış değilim) evimin (ya nasıl sürprüz ama bilog! çok şükür, ev ev ev!) ilk misafir ağırlaması. ikramsız falan ama olsun. odada henüz sadece yatak-dolap-halı olduğu için kah yatakta kah halı üstünde benim için dünyanın en görsel filmlerinden birini izlemek: what dreams may come veyahut aşkın gücü. elbettabii robin williams. yapılmış yapılacak en oricinal cennet-cehennem tasviri/yorumu. ve bittabi benim gibi bir adama sırf seninle takılmak için cenneti bırakıp cehennemi tercih ettirecek kadar mükemmel bir kadın olduğun için cümlesinde durup ayyyyyyyyyyy diye mayışmaca.
-ne güzel laf de mü morpheus?
-evet heidi.

film sonrası:
-spagetti bolonez yiyeceğiz, evet. evet evet, kola getirin bana, s beycim'e de şeftali suyu. her zamanki gibi.

559/C öncesi:
-çok güzel bir gün geçirdik yahu!
-evet yahu, niye öyle oldu ki?

(nancy sinatra çalıyor içimde hâlâ, bak sen şu işe! you shot me down, bang bang... korkma, "i am not gonna kill bill" bu sefer. hem bill öldü zaten geçen hafta, duymadın mı?)


avuçlarımda günlerdir limon suyu, parmaklarımın ucu limon yanığı. sapsarı bir koku dudağımın kenarında ve adını bilmediğim mavi çiçek göğsümün tam üstünde. yürüyüp geçiyorum istasyondan, sen baktığında upuzun rayları görüyorsun sadece. sonrası iyilik güzellik...

29 Mayıs 2009

itiraf

beni affetmelisin bilog - seni kaç zamandır ihmal ettim.
beni kutlamalısın bilog - 22 yıldan sonra bir insandan nefret etmeyi başardım. ilk defa hissediyorum bu duyguyu, tuhafmış.

ben seni affetmeliyim aslında bilog. her şeyin suçlusu sensin.

28 Mayıs 2009

kum cam mum

unuttuğum bir şarkıymış meğerse. unutulmasın. burayı okuyan herkes dinlesin. en çok da bu zamanlarda.
"farkında olmamayı" bilinçli olarak tercih eden herkese gelsin efendim. akşam radyosundan nadide bir eser şimdi sizlerle:
ne zaman gitti tren? / kesmeşeker.

22 Mayıs 2009

bir tam gün içinde gelen ilk söz

20 mayıs'ta-sabah-ben-geldim-aşağıdaki-yazıyı-yazdım.
bu en hafif ihtimalle salaklık bence. (fuck you premonition!)

öğleden sonraysa klimtli küçük defterin aralarında bir yere

canım çok yanıyor,

yazmak kusmak gibi
kustukça canım yanıyor.

yazmışım.

ama 21 mayıs'ı en çok ben yaşadım. dünyadaki herkesten çok. dünyadaki herkes yaşıyorken ben yaşamıyordum o günü de ondan.
22 mayıs başlasın istedim yirmi dört saat boyunca. başladığında fark etmedim ama neyse.

"nasılsın?"
bugünün popüler sorusu buydu. hemen arkasından da "neyin var?" geliyor. nasıl mıyım? açıklayayım:
bir çuval var mesela, kocaman. alıyoruz, ağzını açıyoruz, içine de mutfaktaki bütün cam eşyaları dolduruyoruz. ne varsa ama. sonra salona geçip o çuvalı hızlıca birkaç sefer duvara çarpıyoruz. sonra da kapının yanına öylece bırakıveriyoruz. hah işte, o hikayedeki çuval benim.

az önce baktım da bir aydır sapasağlam duran o güzelim klimtli defterin ön kapağı yarısına kadar katlanmış çantanın içinde, bok gibi olmuş tabii görüntüsü. bugün olmuş ama niyeyse, bir ay önce değil. (fuck you klimt! you, artful deceiver!)
altın rengi küçük karaca rozetin iğnesinin bugün hırkamı giyerken elime batmasına da tesadüf diyenler var hâlâ. pantolonumun sol dizindeki kırmızı kalem lekesinin gözüme gözüme batması da bugün oldu nedense. bu da bir tesadüf. (sinirlenme! emredersiniz komutanım.)

ama yanılıyorsun, klimt seni hiç görmedi.
yanılıyorsun çocuk, mühim olan farkında olmak değil.
yanılıyorsun canımın içi, yanılıyorsun iki gözüm, olduğunu sandığım hiçbir şey değilsin.
susuyorum kuzum, adımlarımı hissetme diye yürümüyorum bile.
ama sen
göğsünden söküp attıklarını cebinde taşıyabiliyorsun ya bu da sana ömür boyu yetsin.
iyi yolculuklar, iki gözüm.
gözlerinden öperim.

20 Mayıs 2009

gelincik tarlası

* ben mi yaptım bilmiyorum. yaparken fark etmedim. yaptığımı unuttum, kayboldum. geldin buldun, geldim sardın. sanki hep vardın, sen karşımdaki sandalyeden bana bakarken ben senin nasıl olup da hep varolabileceğini düşünüyordum. masadaki şeker tanelerine parmağımı banarken.
* sen uyurken ben "sen"i "ben"den ayırmayı kuruyordum. sen nefes alırken ben veriyordum. dalgalanarak yol alıyorduk ve sen hiç olmadığın kadar ısınıyordun o anlarda. ben kaybolmuştum, ihtimal ya sen de kayıptın. ikimiz de uyurken vardık bir tek, onun dışında kayıptık. uyuduğumuz anların gerçekliğine güvenebilirdik sadece, zaten başkaca bir gerçeklik yoktu, kimse tasavvur etmemişti.* buysa kapanış resmiydi, yaşayıp bitirmenin ifadesi. kadın ve adam kutup çizgisinde buluştuğunda mutlu son imkansızdı. ya koş geç çizgiyi ben ne olduğunu bile anlamadan ya da bekle insanların dünyanın düz olduğuna yeniden körü körüne inandıkları zamanı.

13 Mayıs 2009

far far away - (by default)

enine ölçünce hakikaten uzak. boyuna ölçülmüyor ki zaten, şaşkın heidi. o zaman rusya'ya* gitmiş olurdu. halbuki van'a gitti adam alt tarafı.
alt tarafı üst tarafı anlamam ben. gitti sonuçta. bir haftanın yarısı geçti, kaldı diğer yarısı. bu bir haftayı daha önceki bir haftalık datça yokluğuna eklersek iki hafta yapar ki bu da heidi'ye malum adama okkalı bi ceza verme hakkını/imkanını tanır. di mi kıristofır, evet vivyın.

(ben bunları buraya yazıyorum şimdi ama eminim sosyolog adam bundan hoşlanmaz, çocuk musun nesin al yanaklı heidi der, kızar filan. ben de bi mantı açarım, iki börek sararım geçer, barışırız.)

o diil de hakikaten uzakmış van. ülke dediğin ne garip şey hafız. sınırları var ama bir ucu öbür ucuna bazen ne kadar da kavuşmaz olabiliyor. ama yine de bir bütün ülke olarak geçiyor atlaslarda. türkiye ülkesi. yüzölçümü bıdı bıdı m2, nüfus bilmem kaç... geç bunları anam babam geç, kaç kişi ayrı o ülke sınırları içinde, kaç kişi sınır çizgileri öpüşsün diye gün sayıyor sen ondan haber ver sayın ülke. seni ancak o zaman ciddiye alabilirim.

özgürce saçmaladığım bu postu bitirirken siz sevgili okuyucuya shrek 2 isimli filmdeki can sıkıcı eşeğin geldik mi geldik mi geldik mi isyanını hatırlatır, başlıkta da bu sahnede shrek isimli yeşil devin cevabına referans verdiğimi bildiririm. hayır eşek, daha gelmedik. çok çok uzaklar... far far away country.

* aşağıda ve yukarıda, dikine konumlanmış onca ülke varken neden rusya? hiçbir fikrim yok.

(biri beni sinemaya götürsün, tercihan derviş zaim'in nokta'sına).

6 Mayıs 2009

beklerken

mayıs geldi. ben dün hayatımda ilk defa hıdrellez'i unuttum. bu iyi bi şey mi bilmiyorum. hatırlayınca aklımdaki parşömene çiziverdim dileğimi. sübhaneke amin.

boğulacak kadar çok mutluluk ya da bol baloncuk öpücük.
ikisi de aynı şey.

28 Nisan 2009

bugüne bir soru

bir kedi olmakla bir insan olmak arasındaki en büyük fark nedir?

27 Nisan 2009

ayva reçeli

bir koskopkocaman hafta olmuş ben biloğa tıkırdatmayalı. çasçapçabuk akıp giden 7 gün. akıp gidene dışarıdan bakıp aptalca gülümseme seansları. minimum yer değiştirmece ve mesafeleri yenme çabasının ardından bilinmeyen zamanda bilinmeyen bir yerde geçirilen saatler. uyku. zamanları unutturan, saatleri kaybettiren bir adam.

ben böyle bir ayva reçeli yemedim kuzum. kavanozu deniz tuzundan, kapağı midye kabuğundan. saçında datça güneşi saklanmış. daha yazarsam güneşler kızar. o kadar.

20 Nisan 2009

anne iksiri

yarım limon suyu
alabildiğine bal
ve kupayı dolduracak kadar sıcak su.

bazı çevrelerde çok sevgili başbakanın zevcesi emine hanım'ın iksiri olarak bilinse de benim annem ondan çok daha önce bildiği için bana göre anne iksiri. heheyt.

hasta, çorbası tasta (değil, çok çok uzakta...) sus sus.

çok büyük şeyler isteyen bi kadın olmadım hiçbir zaman. küçük detaylarda takıldım, minicik ayrıcalıklarda konakladım. bundan sonra da böyle olmasını dilediğim için buraya yazıyorum.

güneş vardı bugün güney'de. kumpirimi sadece kedilerle değil karıncalarla da paylaştım. a beycim diretti de diretti. anlat anlat!!

anlattım ama azıcık. çoğunu kendime sakladım. sakındım işte. ne bileyim niye.

banka-fotokopici-çamaşırhane-kütüphane noktalarını birleştirdiğimiz tuhaf maceramızda beni neredeyse sırtında taşıdı desem yeri. hasta olduğumu söylemiş miydim? hastayım, hasyatım, yatmayan hastayım. öksürüyorum ve göğsüm birazcık ağrıyor. sigara içen biri hastalanırsa nasıl olurmuş deneyimledim. feci bi his. akciğerler boğaza yapışıp çıkmak istiyor sanki, feci bi ağrı. umrumda mı? hayır elbette. hastalığımdan sapıkça zevk alamayacak kadar bi şey bi şeyim. ne olduğunu söylemem şimdi bilog, üstüme gelme.

güney'de güneş var dedim ben ama kuzey'de de varmış yahu. kahvemi güneşte demledim. ahahahha.
öteki a beycim diretti bu sefer de. anlat anlat!! gözlerimi kıstım, kocaman gülümsedim.

sesim yok ki benim dedim. yemediler. ama olsun.

delice bi merakla okumayı beklediğim şiirler var bilog. daha neler neler var. aklımdan geçenlerin ne kadar azını buraya yazıyorum. yazık sana.

yaşa yaşa yaşa yaşa yaşa...

19 Nisan 2009

! / ?

güçlü ile zalim arasındaki o ince ve titrek çizgide...
erguvanları fark edecek kadar huzurlu,
acımasızca
mutlu
.

the secret of life: breathe deeply.

16 Nisan 2009

nerrantsoula - 7 farkı bulunuz oynamaca

panait istrati'nin nerrantsoula'sı okuma listesine eklenmiştir, saygılarımla arz ederim.

çünkü nerrantsoula XYZ yerine ZYX adlı ilacı almıştır. zaten XYZ diye bi ilaç hiç olmamıştır. farmakolojik özellikleri, gerçek olamayacak kadar hayalsi muhteviyatı heidi'nin hastalıklı ruhunun bir uzantısı olabilir ancak.
-ZYX'in son kullanma tarihi bugün mü geçmiş?
-evet. atalım, zehirlemesin.
-yannışşş, süresi geçen ilaç zehirlemez, sadece faydalı etkiler azalır.
-o zaman biraz daha dursun çekmecede. (faydalı etki ne lan?!)

-egoizmin dibine vurmuş diyorlar senin için, kendisinde boğulmuş diyorlar...
-evet ama bu şimdiye kadar hiç egoist olmadığım için oluyor biliyorsun.
-burnundan nefes almayı bilmiyorsan ne diye daldın havuza?
-inanç meselesi azizim. kör inanç. her insana oyunun başında 500.000 puan verip başlatmaca. alın, saçıyorum puanlarınızı! ha, bi de sonsuz canınız var olum... alın size anahtar, al al, rahat rahat dolaşın işte.

-ya film işini bu kadar ciddiye alma, kim takar ki gerçekçi olmuş olmamış...
-öyle deme, asosyal manyaklar ve öğrenciler takıyor.*

eskisini getirin, yenisini götürün. eskisini getirmeden yenisini almaya çalışan ya saftır ya kurnaz. öpüyoruz - müdüriyet-

madame bovary, ces't moi.**



* "bu filmde ben varım" filminden bir replik.
** flaubert.


******yazar bu post-modern(imsi imsi) yazısında şöyle büyükçe ve genişçe bir metaforu çok afedersiniz kullanıp atmıştır. mesaj kaygısı ya çoktur ya hiç yoktur.*******

12 Nisan 2009

ta ta ta tam-pa pa pa pam

ondan kelli büyük uğraşlardan sonra siz sevgili okuyucuların hizmetine açılmıştır!
oh sıcak sıcak, mis gibi.
afiyetle yiyiniz.

essahlı bi kıritisizim

coach potato:
ben seni tanıdığım için orada (bloğu kastediyor) yazdıklarını okumuyorum
genelde kaydadeğer şeyler ifade etmediğin yanından çıkıyor çünkü
ifade ettiğinde belli kaygılar seziyorum
kırmama, yumuşatma, acabalama vs.

bilogcum kulak ver buna.


bu arada doğrusunun "couch potato" olduğunun farkındayım. ama benim kastım "coach potato". bi nevi yaşam koçu gibi düşünün siz onu. terbiye edip fenafillaha eriştirecek olan derviş filan.

10 Nisan 2009

bir zamanda ben

antropia yunan dansları topluluğu var şimdi mesela. hatta dün gece ses tiyatrosu'ndaydılar. biz de hazır ve nazır oradaydık. şahane bir gösteri sundular bize diyeyim de manevî menajerlik yapmış olayım. hehehe.
neyse, kimdir nedir derseniz bakın bu sitesi derim ben de size. yakın duralım, seyit ali aral'ın dediği gibi.

aç karnına şarap içmeyin! hele kötü şarapsa hiç içmeyin. onu rakıyla falan karıştırayım da demeyin sakın. bir gece bunların hepsini yaptıktan sonra dünya sizden 9 kez uzaklaşmışken ve beyoğlu'nda yürümeye çabalarken karşınıza uğur polat adlı ademoğlu'nun çıkmaması için dua edin. hayır biliyorum saçma oluyor, aptal aptal sırıtıyorsunuz filan, adam gayet bıyıklı gülüyor. töbe tanrıma.

ha, mesela hadi bu oldu diyelim eskaza. eve geldik bi şekilde, artık uyuyacağız. işte bu anda kardeşimiz mesaj atmasın mesela: abla televizyon izle! yok artık, niye? ya, izle sen.

a evet ne güzel, ne cici. bravo. alkış. yolunuz açık olsun, yıldızınız parlasın, süzgecimden geçtiniz, eminim.

giderken not: anti-empatik olduğumu savunan çok sevgili poema insurrectum*, yazılarını okumayı çok istedim ama biloğun bir gün içinde nedense "sadece davetli kullanıcılara açık" ibaresini almış. evet, tuhaf bir ilişki oluyor bu galiba. farkındayım, hatta alıştım bile. her oyunun bir kuralı var demek ki, demek ki bu oyunda kuralları sen koyuyorsun. neyse işte, niye uzatıyorum. blog kapalı, ilgine.

* kimdir anacım bu? sorusu için "deli cevat'tan aylak adam'a" başlıklı posta bakınız bi zahmet. yani lütfen.

7 Nisan 2009

ondan kelli

güzel proceler var. türk soluyla birlikte birleşmesi gereken biloglar sonunda birleşiyor mu ne...
ya da öyle bi şey. görüceksiniz, görüceksiniz.
ondan kelli sevdiğimiz bir bağlama sözüdür. bizi de bi yerlere bağlasın diye kullanıyoruz.
yakında...çok yakında.
bekleyiniz.

5 Nisan 2009

kalk gidelim de saraylı / bak dikiz aynam kalaylı

demiş olmalı biri bize ki kalkıp üsküdar vapuruna bindik bu öğlen. üstelik ben 12'ye kadar uyumuşken. t. bey bugünkü gezimizden ümidi kesmişken. ama iyi ki süslü değilim ve 15 dakikada hazırlanıp +30 dakikada da beşiktaş iskelesinde olabiliyorum. (şu anda fonda cocorosie-tekno love song çalıyor olması dikkatimi dağıtıyor, anlayışlı ol o yüzden ey okur). evet, ne diyorduk, beylerbeyi sarayı. tamam sıkıldım anlatmıycam daha. gittik, gördük işte, güzeldi.

heidi & coach potato / text message:
-after visiting beylerbeyi, i realized i undervalued the ottomans. this was my first palace visit, so congratulate me!
-you start from the last but anyway this is fine. i appreciate your efforts for all...


hayatımda ilk defa saray gezdim, inanmazsınız belki ama öyle. ve hayatımda ilk defa saray gişesini dolandırdım. küçük çapta yani. ecnebî - ya da kendisinin müthiş çıkarımıyla acem(i)- arkadaşımdan 8 tl yerine 1 tl almalarını sağladım. sanat için/kültür uğruna yaptım, yine olsa yine yaparım. hem siz sormadınız ki arkadaşımız yabancı mı? diye, di mi efendim... öğrenciyiz dedim ben sadece, ki doğru.

tavlada yenildim, damada yendim (bkz. çok amaçlı oyun tahtası). çok yorgunum, nostalcik tramvaya binelim dedim. sonra yok yok oraya kadar da yürüyemeyebilirim, önce tünele binelim, sonra da tramvaya tamam mı?
dedim.


parmaklarımla kadife bir kumaşa dokunur gibi
öpüyorum seni
ilk kez
beklediğimi görmekten ürkerek
gördüğümü bilmemiş gibi yaparak
yaşamaktan...
gül geç hep.

2 Nisan 2009

deli cevat'tan aylak adam'a

-iyi akşamlar sayın kendim.
şeklinde şizofren bir diyalog başlatmak istiyorum.

*merhaba!
#kimsiniz?

*ben c.
#hangi c.?

*ya hani konuşmuşuk ya...
#ya?

*evet evet
#hayır hayır. ne işle meşgulsünüz?

*flaneur'üm.
#başka?

*burjuva toplumu...bik bik...fransız sineması...bik bik...world music...bik bik... BİK!
#ah, iyi misiniz? neyiniz var?

*hatırlamadınız mı beni?
#hatırlamıştım ama unuttum, hatırlatmasanız?

*yaşamadık mı? yaşadıysak var mıdır yok mudur?
#yoksan artık yoktur! 98484958486 saniye geçti.

*gideyim mi ben?
#tabii ki. manzaraya dalacak halimiz yok herhalde.

*ama ben seni hiç tanımıyorum ki.
#evet di mi, hayat ne tuhaf, vapurlar filan?

*****************************************
en nihayetinde
* ceketinin yakasını kaldırdı, kalabalığa karıştı.
# sustu. konuşmak lüzumsuzdu. bundan sonra kimseye ondan bahsetmeyecekti. biliyordu anlamazlardı.

31 Mart 2009

bank

sono molto stanca dedim durdum.
sen güldün, ben baktım, biz yürüdük.
sarma sigara, kahve, karanlık.
sono molto italiano.
ben buldum, ben buldum.
güldüm.
gece.
ay.
t.

24 Mart 2009

sözüm sana bılogır ! sen bılogırsın, büyük düşün!

çok uzaklardan deli bir adam gelmesinden sebep aradığınız biloğa bir süre ulaşılamıyor olabilir sizin için. ya da belki olmaz bilmiyorum, belki daha sık uğrar yazarım ama her koşulda burayı boş bırakmayın siz. gelin bir kelime yazın gidin mesela. adınızı yazmanıza luzüm yok illa ki, bir rumuz bulun (örnekse gece kuşu, gül pembesi, akşam rüzgârı, vs.) ve iki kelimecik yazın, burdayım okuyorum deyin. 897 gül pembesi? burda! yapalım. bence daha samimi olur böyle.

in keyz ov imörcınsy kol mi!
enivey.
sağlıcakla.

23 Mart 2009

gitmek için

Finish
We are like roses that have never bothered to
bloom when we should have bloomed and
it is as if
the sun has become disgusted with
waiting

Charles Bukowski


az önce can yücel'i düşündüm. doğum ya da ölüm yıldönümü değildi. yine de düşündüm. sonra bukowski'yi düşündüm. buraya yazdım çünkü saat hayli geçti.
uyumak için yani.

(son beş gün!)
gitmek için yani.

22 Mart 2009

serendipçe

buyrun burdan yakın siz.

*sadece yıldırım türker enfes bir gökkuşağıdır diyebilelim diye. yani ben zaten diyordum, siz de deyin diye.
-hadi siz de deyin!
-a çok faşistsin!

17 Mart 2009

kese kağıdı

ben bi şey demedim, siz dediniz.
durunuz orada, gitmeyiniz.
16/03/09

16 Mart 2009

sevilecek bir adam

sevilecek bir adam.
çünkü Küchenschabe'sine şarkı yazan bir adam ancak sevilir. elinde, odasında, yamacında sadece Küchenschabe'si olanlar yalnızın alâsıdır. reinhard da bunu bilir. ondan sebep alles was ich habe, ist meine Küchenschabe der. o der, ben dinlerim.
ama bu posta oldukça iyimser bir şarkısının videosunu koyarım. ayrıca da şarkı söylerken bu kadar "cool" görünen başka bir adam gördünüz mü diye de sorarım.

15 Mart 2009

tercih

"cats and dogs" ingilizçe'de bilmekten gurur duyduğum kelimelerdendir. cümle içinde kullanacak olursak "it's raining cats and dogs today!". hoş bu yaşıma kadar cümle içinde kullananı görmedim o ayrı.
bi de "porridge" var böyle. "yulaf lapası" demek oluyor kendileri.
ha bi de "procrastinate" fiili var. misâl "he is tend to procrastinate" deyince o kaytarmaya meyilli biri demiş oluyoruz.
frödyen bir tahlil istiyorum.
ya da frenkyen bir tatil. hangisi olursa.

12 Mart 2009

bir gün hasan amca

bugün hasan amca'nın hikâyesini dinledim a beycim'den (az saşlı, (şimdilik) az sakallı olan). yani aslında o bir küçük cümlecik söyledi, hikâyeyi ben yazdım kafamda. ama tanımak istedim sakaryalı hasan amca'yı.

öyle bir adammış ki hasan amca, her gün kahveye (bkz. kahvehane) gidermiş. kahveye giderken de kaldırım taşlarının çizgilerine basmadan yürümeye çalışırmış. kahvede bahisler dönermiş hasan amca üzerinden. bir gün gençten biri yükseltmiş sesini demiş ki kalıbımı basarım hasan amca evle kahve arasında kaç tane kaldırım taşı olduğunu biliyordur! herkesin ilgisini çekmiş tabii bu iddia. a beycim de bir köşede çayını yudumlamaktaymış o sırada. sinik entel pozlarında gözlem yapmaktaymış. zaten enteller hep gözlem yaparlar, çözüm üretmezler. neyse. yine başka bir gençten biri kesmiş yolunu hasan amca'nın: hasan amca, hasan amca söyle bakalım, kaç tane kaldırım taşı var demiş. hasan amca kaldırmış başını, bir çırpıda 128 tane evlât demiş.
hikâye bu kadar aslında,
ama bunun görünmeyen yüzünde neler var neler, mesela ben 1 lireye herkesle iddiaya girerim ki hasan amca'nın yazıp yazıp sayfalarını hanımın çeyiz sandığına attığı kayıp bir romanı var. adı da disconnectus erectus. ya da köyde bir yabancı. yahut bizim köyün hamam böcekleri. ya da ince hasan...
ya da onu böyle bilindik kalıplara sokup tanımaya çalışan kıçıkırık dantellerin havsalasının almayacağı genişlikte yepyeni bir roman. yepyeni bir yaklaşım. çıkar bir gün ayyuka, okuruz hepimiz, aaaaaaaa deriz geçer.

vefasız maymun'a not / okuyucu kayırma mıdır nedir?!: değişik bir şey oldu, idare et. yağmur yağdı bugün, o yüzden galiba. ayrıca emeksiz yemek olmayacağı gibi yorumsuz yazı da olmaz bunu bil (bkz. kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla).

kendim kendime / kim kime dum duma not: bugün homer'deki elmayı yiyecektin akıllım, nasıl güzel yeşil elmaydı! yağmur da yağdı zaten bugün.

8 Mart 2009

peki sen neden hala?

sabahtan beri 1 dakikalık bir videoya gülüyorum. pişman değilim.

6 Mart 2009

etwas über "coach potato"!

evet aylardır merak edilen ve gugıllanan coach potatocumla ilişkili bir yazı.
koşun koşun gelin baylar ve bayanlar.

coach potato:
selamlar genç.
heidi:
selamlar genç.
coach potato:
nasılsın genç?
heidi:
iyidir genç, sen nasılsın genç?


ödevi sorması gerekti, yapmayacak olsa da. yorgun ve argındı. her zaman olduğu gibi. geçen hafta sinemayı ekmesinin büyük bir mazereti vardı. evi çok uzaktı, istanbul'un bittiği yerlerin birindeydi.
the bluest girl in the campus dedi yine kadim dostu heidi'ye. yine teşekkür etti, lüzumu varmış gibi.

heidi:
bak sana çok güzel bi şarkı adı veriyorum
heidi:
şevk gelsin diye
heidi:
tony gatlif-naci en alamo
coach potato:
biliyorum ben bunu
heidi:
dinle işte biliyosan
heidi:
bilmek yetmez yani
coach potato:
ben ruhi su dinliyorum
heidi:
offfffff
heidi:
mahsus mahal


bir dakika içinde en az beş kez "gözlerim kapanıyor yorgunluktan" dedi. normal bir adamdı işte, herkes gibiydi. maruz yerine mağruz dedi, yumuşak g koyunca daha etkili oluyor demedi ama.
sittin senedir böyle bir adamdı coach potato, sittin senedir böyle konuşurdu.
yarın yine erken kalkıp metrobüs kuyruğuna girecek diye akşamdan uykuları kaçıyordu, midesine kramplar giriyordu.

coach potato:
emre aydın'ın şarkı sözlerini düşünüyorum.
coach potato:
senle konuştuk ya
coach potato:
çok boş dedin
coach potato:
harbiden öyle mi diye
coach potato:
şunu çok sevdim.
coach potato:
" oyunun en güzel anında zil çalınca üzülürdük ya, öyleyim."
coach potato:
bunu şuna benzettim.
coach potato:
and she sang a beautiful song.
coach potato:
tıpkı
coach potato:
sonbahar filmindeki gibi
coach potato:
and he played a beautiful song...


aylak adamdı, bunları düşünürdü otobüste. ama tezata bak ki serj tankian dinlerdi. (tezat falan değil ki bu!)

coach potato:
yıllıkta
coach potato:
benim için ne yazacaksın?
heidi:
giriyor muyuz ki yıllığa?
coach potato:
gerek yok kıllığa!
heidi:
tiki işi biraz sanki
coach potato:
resmi olmayan
coach potato:
birşeyler yaparız
coach potato:
biz
coach potato:
ben web sitesi tarzında
coach potato:
güzel birşeyler ayarlarım
heidi:
hadi bakalım hacı cav cav

o değil de bunca yazıyı niye yazdım ben şimdi?
bugün 6 mart: iyi ki doğdun potatocum!

bu da sana yüzeysel bir blog sürprizi olsun.
yazacak başka şey yoktu, idare et artık.
renkli rüyalar.

5 Mart 2009

bir seferde polonezköy diyemediğimi fark ettim. polonozköy olsaymış daha kolay olurmuş.
serj tankian hep uzun hava okusa her gün dinlerim. ayrıca empty walls'da gırtlağını kıvırdığı yere aşık olabilirmişim, şimdi onu fark ettim.

4 Mart 2009

bir şairin ölmezi

bir şairin ölmesi vardır. bir şairin ölmezi yoktur.
bir şairin bahar gelince ölmesi vardır.
o şairi seven bir kadın öldüğünü gazeteden öğrenirse sabah, kahvesini içemez olur.
onun yaşama sevinci bir daha tazelenmeyecek diye düşünür.
ölüm dururken köşede yaşama sevincine asılır.

yaşayabildiğine sevinmeyi gören/gösteren şair bir adamın ölmesi martta kar yağması gibi bir şeydir. herkes bilir ki martta kar yağabilir. yağınca da herkes der ki: "ama bahardayız ya artık!"

iyimser bir gül açsın yanaklarında.

2 Mart 2009

kubla khan : an unusual experience + kırıka

bir müziği "iç"ten sevmek ne demek? kırıka dinlemek demek.
peki kırıka dinlemek için izmirli olmak koşulu aranmakta mıdır? hayır gençler, bunu düşünmeniz çok saçma; aşırtarak, dozunu kaçırarak dinleyebilirsiniz ve sizi temin ederim ki böyle bir koşul aranmamaktadır.
iki günde kaç kere dinlediğimi ben saymadım, bıraktım last fm saysın. sonuçta onun işi bu.
kırıka...kırık...kırık gibi bir başlık atabilirdim yukarıya ama yapmadım. çok ucuz bir başlık olurdu. bedavadan ses oyunu olurdu, yapmadım.
bak şey diycem, "beni böyle sanıyorsunuz ama değilim ki ya da hepimiz böyle yapıyoruz değil mi, ben hepinizden yüksek bir yerde duruyorum ve bunu size herkesten önce ben söylüyorum yaklaşımını 'varoluşçu' felsefeyle harmanlayanlar" diye yeni bir genelleme başlık açtım ben. örnekse:

birey bir: çok yalnızım, çok. otobüste hep cam kenarına oturuyorum, cam hep buğulu oluyor ama hiç temizlemiyorum. şeffaf, nemli bir duvar beni dış dünyadan ayırıyor sanki. elastik, eğilip bükülen bir duvar ama yanıltıcı da. su damlacıkları bakışımı körleştiriyor, bir sisin ötesinde görüp tanıyorum her şeyi. çok büyük hayal kırıklarından yenilip gelmişim gibi yol boyunca başımı cama yaslayıp dışarı bakıyorum. biri beni fark eder de kaçak kaçak izlemeye başlarsa durmadan saatime bakıyorum ki beni meşgul ve her daim yetişecek yeri ve dolayısıyla da acelesi olan insanlardan sansın. ah ne büyük oyunlar bunlar...

birey iki:hepimiz bir varoluşcu felsefe yapıştırıyoruz üzerimize değil mi? seviyoruz yalnızlığımızı, bir derdimiz olsun istiyoruz herkes manasızlıklar içinde yüzerken. karikatürlerden feyz alıyoruz, şarkılarla kendimizi anlatmaya bayılıyoruz. mana arıyoruz demeyeceğim şimdi size, fazlaca kullanılıp eskitilmiş kelimelere bir iyilik de ben yapmayacağım. farklı değilim, değiliz. belki arkamızda bir merdiven var, kim daha önce bulacak merdiveni gerilimiyle yaşıyoruz. kim kalanlara alaycı bir gülüş çakıp hızlıca tırmanacak merdivene. ah ne zor işler kuzum...

bunlardan birisi fena yalan söylüyor ama hangisi? birincisi hissetmediği şeyleri mi anlatıyor yoksa ikincisi yaşayacağı her şeyi yaşayıp gelmiş bir "olgun" gibi mi yapıyor?
hangisi yaşamıyor, yaşayanı kim anlamıyor? tuzağa kim düşüyor, kim kime yeniliyor? hangisi daha "büyük" bu bireylerin? kim kimden rol çalıyor aslında?
yaşayınca kafası karışmayan var mı? kimde ne kaygısı var?

*bu yazı iki gündür bilmemkaç derece ateşle yatak döşek yatmakta olan biri tarafından yazıldı. ya da yazılmadı demeliyim aslında size, rüyada görüldü. bir çeşit divine intervention da vardı evet. duydum ki böyle yazınca bir yazının başına daha inandırıcı oluyormuş. yaşamadım ben aslında bunu, yattım uyudum bir gün, uykuda hazır geldi bu metin bana, ben de daktilocu kız gibi mekanik bir anlayışla buraya geçiriyorum.
demek lazımmış.
bu yazının ne kadarı doğru ona siz karar verin. değerini de buyrun siz biçin.

for more information please return to kubla khan by coleridge.
ek olarak: çok güzel bir çorba olmuş, aferin butonu.
canı sıkılanlar için: sınırsız kullanımlı ahhhhhhh bu hayat! nidası.

25 Şubat 2009

meşhur / kupür / (karantinalı) despina

benden daha önce ve daha hızlı yaşlanıyorsun. yine de her seferinde bakar gibi değil de görür gibi bakıyorsun objektife.
şaşılacak ne çok şey var. ben bunu yazarken kur masayı madam despina çalıyor mesela. şaşılacak ne çok şey var, sen ne kadar çok yaşlanmışsın bir senede.
ceketin daha kahverengi, yüzün daha da siyah. daha az uyumuşsun, daha çok yorulmuşsun.
kesip saklamayı ıskaladığım bir gazete kupüründesin şimdi. birçok insanın çoktan kullanıp attığı.

bense hiç görmedim o kupürü. o gazete kesiği ortaya çıktığı anda bir kertik daha uzaklaştın sen, hani döne döne ufalır ve kaybolur ya kağıtlar, hani televizyonda falan görürüz. işte onlar gibi. elime geçse buruşturup atamayacağım yarım bir gazete sayfası, bir fincan kahve, birkaç eski film, bir iki bilet koçanı, bir gişe arkası, bir merhaba! sıfır bugün nasılsın? giriş cümlesi, dumanını gözümün yuttuğu sayamayacağım kadar çok sigaranın yarısı, bir yıla rezerve tahta ve sert bir sandalye, birkaç afiş, bir poşet dolusu bozuk para, radyolu siyah bir kasetçalarda adını hatırlamadığım bir fm, karantinaya alınmış bir telefon numarası, bir pantolon, iki kazak, bir ses, biraz müzik, kısıtlı diyalog, mühim bir organ, birkaç dergi, bir buçuk saat, çok ışık vs. diye sıralayabileceğim anlamsız bir bütünün sen ne kadarlık bir kısmını, ne kadar sahiplendin ve yaşadın bilmiyorum.
kupür diyordum sahi, güzel çıkmışsın. yahut yine mi güzeliz yine mi çiçek?

şimdi sana bir de karantinalı despina'dan bahsederdim ama
olmayacak şey bir insanın bir insanı anlaması.

23 Şubat 2009

teşebbüs

birinin nefes almamı hatırlatması gerekiyor. bazen bir saat geçiyor, bi bakıyorum bu sürede hiç bilinçli nefes alıp vermemişim.
üstüne basa basa eskittiğim şeyler var. gram yer değiştirmiyorlar yine de.
iyi niyet...iyi niyet...iyi niyet...iyi niyet...iyi niyet.
gram yer değiştirmiyor.
insanlıktan ne kadar da uzak.

19 Şubat 2009

aslında konuşmaz

belirli günler ve haftalar
_____________________

bu hafta: yasemin mori haftası.
sanatçının konuşmak ve aslında bir konu var adlı eserleri çılgınca dinlensin, yurt çapında şenlikler yapılsın.

13 Şubat 2009

hazin bir veteriner macerası

feline panleukopenia: birkaç gün öncesine kadar aşina olmadığım korkunç bir kelimecik öbekçik. kedi gençlik hastalığı. bahçemizin tüylü ve nazlı sakinlerinden ikisini iki gün içinde kaşla göz arasında yok eden bir illet. bu sakinler 7 ay önce çatkapı gelip bizim bahçeye kamp kurduklarında süt içmeyi bile bilemeyecek kadar küçüktüler, lakin bu bizimle olmalarına engel değildi. öğrettik öğrendiler, öğrendikçe alıştılar, büyüdüler. sayıları bazen 5'i buldu ama normal koşullarda hep 3 tane oldular. işte o üç taneden ikisi hastalandıkları günün akşamı ölüverdiler. biz ne olduğunu bile anlamadan. en sonuncusu da aynı hastalık belirtilerini gösterince gugıla danışmak şart oldu. 20 küsür makalenin ardından kedi besleyenlerin en çok korktukları ve %90 ölümcül bir hastalık olan feline panleukopenia'nın musallat olduğunu anladık. ne yapsak ne yapsak?
hmmmmmm,veteriner evet. sıvı takviyesi lazım çünkü. e burası minik bir belde. varsa varsa bir tane veteriner vardır. evet var. gittik tıktıkladık kapısını, ama ses seda yok. yandaki büfeden edindiğimiz istihbarata göre veteriner bey istanbul'da, zira annesi hasta. güzel, çok güzel.
şimdi? ilçeye gidelim. evet evet, orda daha fazla var veteriner.
yok, 2 tane var. birini arıyoruz, teyze açıyor, yanlış numara evladım diyor. diğerini arıyoruz, telefona bakan yok. cepten arıyoruz (sağol varol teknoloji), istanbul'a gidiyorum, yoldayım diyor. a a bu veteriner dilinde başka bir şey mi demek oluyor acaba? herkes aynı şeyi söylüyor. şekerli su verin diyor bi de, yarın geleceğim diyor. veriyoruz, içmiyor, şırıngayla tıkıyoruz ağzına, kusuyor. sabaha kadar nöbet tutuyoruz başında.
nihayet sabah oluyor, götürüyoruz. yani muhtemelen ölecektir ama ben yine de serum+vitamin ve antibiyotik yapayım diyor. allah allah, hayırdır inşallah deyip bi sabır çekiyoruz. sarı beyzade bir sürü acı çekerken enjeksiyon esnasında, biz de bu durumu sineye çekiyoruz. tam eyvallah diyeceğiz, yannıııız diyor veteriner beyimiz, bu antibiyotiğin 3 gün tekrarlanması gerek.
hoppalaaaaa diyoruz. iyi, beldemizdeki veteriner beyimiz gelir yarına herhalde diyoruz, ilaçları alıp çıkıyoruz.
ertesi gün arıyoruz belde veterineri beyimizi, geliyorum diyor. götürüyoruz. giriş salonu yeşil pufidik koltuk takımıyla donatılmış, veteriner beyimiz masasının başında hasta kabulde. içimiz açılıyor, emin ellerdeyiz. muayene odasına geçiyoruz, aman yarabbi! böyle bir pislik yok. sarı beyzadeyi yatıracağız, yatıracak yer bulamıyoruz. muayene masasının altında ağzına kadar pislik dolu bir kova, masa kurumuş kan kalıntıları ve çamurla kaplı. sanki başka bir dünyaya geçiyoruz. e hijyen diyoruz, muayene odası sonuçta, yandaki dolap şişe şişe alkol, dezenfektan dolu.
çaresizlik ne zor, ceketimizi alıp çıkamıyoruz, başka veteriner yok çünkü. küçücük kutusunun içinde kalsın, enjeksiyon da orda yapılsın diye diretiyoruz ve (iyi ki) muvaffak oluyoruz. işimiz bitiyor, tam çıkacağız veteriner beyimiz eldivenlerini soyarken yannnnııııız hayvana dokunduktan sonra ellerimizi çok iyi yıkıyoruuuuuz demez mi! aklım bir yandan cümledeki "hayvan"a takılıyor, hani çünkü herkese en üst tür adıyla hitap edeceksek o "hayvana" tümlecini sarı beyzadeden alıp size yapıştırabiliriz bence diyorum, çok şık durur.
hayvanlara zerre saygısı olmayan bir veteriner kaçıncı derece bir tezattır acaba diye düşünüyorum. hayvanların insanlar kadar canlı olduğunu, değer ve saygı hak ettiğini, dışarıda yaşasalar dahi pek çok insan sıfatlı kişiden daha temiz olduklarını bilmeyen ve görmeyen bir zihniyet. iki adım ötede makam koltuğuna kurulur gibi kurulduğun hekimlik mertebesinde öğütler saçarken bir dön de aynaya bak, çorabın kaçmış demezler mi insana!
bi de diğer veterinere bok atıyorsun. yok efendim ilacın dozajı azmış da, nasıl böyle yapmış da bik bik bik. istersen vereyim adresini git bi saçını çek rahatla. yav şu koca ülkede biriniz de bunu yapmasın be kardeşim, yani kendini başkasının üzerine basarak yükseltmeye çalışmasın. kuaföre gidersin, öncekine bok atar, ay mahvetmiş saçını şekerim der, doktora gidersin, aaaaaa yanlış ilaç der, veterinere gidersin eksik dozaj der. bi gün de kendi kendinize bir şey yapmaya çalışın, başkasının sözde eksilerini toplayıp yapıştırıp artı yapmaya çalışmayın.
yazının özet ve sonuç kısmı: senden nefret ediyorum feline panleukopenia. sana sinkaflı laflar hazırladım.

9 Şubat 2009

günaydın bilog

bu saate kadar uyumamış olmanın verdiği dinginlikle günaydın bilog!
çayı koydum, ekmek al gel.

559C

az önce şarkı yarışmasındaki adam jokerlerine güvendi diye ona salak dedim.
sol elimin yüzük parmağındaki tırnağın sağdan yarısını 5 dakikada yedim.
adalet ağaoğlu beni bir düğün gecesine davet etti sabah arayıp, gelemem dedim. küstü sanırsam.
dünden beri 5 tane bileklik yaptım, sadece ikisini beğendim.
saçlarımı yine kurutmadım, öylece topladım.
bugün toplasan en fazla 20 kelime kullandım, onlarla farklı cümle kombinasyonları oluşturmaya çalıştım.
geçen pazartesi'den beri gazete okumuyorum, çünkü protesto ediyorum.
geçen pazartesi'den beri 37 ekran bi televizyon yutmuş gibiyim, bu sebeple televizyon kusuyorum.
mor saçlı kız yaban ellerden dönsün de 2. geleneksel manzara'da çiğ köfte+mariachi gecesi gerçekleşsin istiyorum, msk'ya baskı yapıyorum. neyse ki son 13 gün.
bunları yazarken bi yandan da yarısını yediğim tırnağı törpüledim, çok biçimsiz oldu bence.
ne kadar mahrem bi post, pardon saçmalama oldu bu.
hayır efendim, bilog mahremiyete önem vermeyen internet günlüğü değildir. mahremiyete aşırı önem veren insanların anlatmak istediklerinin tam tersini anlattıkları bir alandır. bi daha böyle bir post yazarsam o zaman mahrem olur, evet.

6 Şubat 2009

sensiz bir eksiğiz!

çarşamba günü yazdığım öfke dolu yazıdan haberi olmayan AKP Gençlik Kolları'nın, İstanbul Büyükşehir Belediyesi aracılığıyla edindiği mail adresime bugün güzelce donatılmış bir propoganda maili yolladığını görünce çıldırdım tabii ben. yani zaten çıldırmıştım dün, bu tesadüf de üstüne tuz biber ekti. tamamen farklı bir amaçla ve doğrudan İstanbul Büyükşehir Belediyesi'ne teslim ettiğim şahsî bilgilerim ve e-posta adresim bugün tamamen farklı amaçlarla, farklı bir kurum tarafından edinilip o kurumun yararına kullanılmış yani. ama şimdi belediye AKP'li ya, o yüzden der gibisin okuyucu, ben de dedim. ama yine de nasıl olur böyle bi şey? sorusuna cevap değil ki bu.
hey man, privacy policy!!!!!!
dedim bağıra bağıra. gizlilik politikası diye bir şey var di mi, ben o şartla teslim ediyorum sana adresimi belediye! hem de hiç politik olmayan bir başvuru için. sen bunu nasıl götürüp başkanın bağlı olduğu partiye verebiliyorsun? böyle mi oluyor bu işler adamım, ha?!
bi de bak ne demişler mailde, sensiz bir eksiğiz! bi de uğraşmışlar falan, öyle resimli dizaynlı bi mail, en üstte 4 adet fotoğraf çerçevesi, soldan sağa adnan menderes, turgut özal, recep tayyip erdoğan ve 4. kare boş. niye? çünkü beni oraya münasip görmüşler. ah canlarım, nasıl ihya ettiniz beni bi bilseniz. ah ah... şaka gibi di mi, ama değil.
maile şaşkın şaşkın bakan annemin de dediği gibi hayatımın fırsatı bu, kaçırmamalıyım.

ben, sevgili başbakanım hep küçük bi adnan menderes olmak istedim, ya da turgut özal. ay yoksa tansu çiller mi olsam, ya da kıratına bin gel süleyman, ha?
neyse, sen öyle bir miras devraldın ki anlıyorum ben seni, yükün ağır. tabii tabii, seve seve bu teşkilata adarım kendimi... tabii buzdolaplarını ben dağıtırım bundan sonra seçime kadar... kömürler de bende, tamam.

söyleyecek çok şey var ya neyse. bunlar kibar bir kalıpta gelen kutunuza çoktan düştü nasılsa, ama tabii kırat size gözlüklerini ödünç verdiyse bi süreliğine, maili okuyup idrak etmek hiç de kolay olmayacak sizin için.
bunu bi daha yapmayın siz yine de. cıs. ayıp.