29 Ağustos 2008

gitme vakti

işbu post ofis içerikli ve ofis kaynaklı son post olma özelliğini taşımaktadır.
yaklaşık bir buçuk saat sonra bu dev plazadan çıkacak olmamın yarattığı heyecanla kaleme alınan bu yazıda, sadece yorgunluk yorgunluk yorgunluk mevcuttur.
tatilsiz geçen iki aylık koşuşturmaca sonucunda suyu sıkılmış portakala dönen bünyem, karpuza evrilip kanepeye yayılmak ve siesta yapmak için yanıp tutuşmakta olmasa, mücadeleci ruhum geç de olsa (eylül eylül) beni bi sahil kenarına çekebilirdi ama, yoooo artık olmaz. bu sene de donumuz deniz görmesin n'apalım.

YARIN ADAYA GİDİLEDEKSE BU GÜZEL HABERDİR!
şşşşşşt, sus sus tamam.

bu yaz ne özledin diye sorarsanız: bahçeyi özledim; çardak altında kahvaltı özledim; akşam üzeri yürüyüşü özledim; gece bahçede dvd izlemeyi özledim; kafamda upuzun bir to-do list'le uyanmadığım günleri özledim; bugün nasıl sıkılsak, hangi televizyon programıyla delirsek, hangi dizinin beş yüz bilmem kaçıncı tekrarını izlesek diye ciddi ciddi düşünmeyi özledim. sabaha kadar oturulmuşsa eğer çocukluğumda olduğu gibi hâlâ erken abuk saatlerde yayınlanan o muhteşem çizgi filmleri (jetgiller, sevimli kahramanlar, taş devri, ninja kaplumbağalar, casper ve o gün çok şanslıysak şirinler) yine yeni yeniden seyretmeyi özledim.
evi özledim.

ev gibisi yoktur. ev gibisi yoktur. ev gibisi yoktur.
hah geldin mi oz büyücüsü, hadi gidelim.

balans ve manevra

merhaba sevgili okur,
sana hitap etme ihtiyacı hissettim bugün nedense. ister göz boyama de buna, ister yakınlık kurma çabası de, senin takdirine kalmış orası, karışmam ben.
ama şunu bilmelisin ki hitap önemli. hitap etme hakkından çok nasıl hitap ettiğin önemli. çünkü her alanda olduğu gibi burda da bi kast sistemi mevcut.
en alt basamakta siz ve sen ayrımı var meselâ. birine siz demekle sen demek arasında dağlar var. bir şahsa sen dediğiniz (hooop, ani bir form değişimi) anda önünüzde fırsatlarla dolu bir kapı açılır. meselâ "n'aber lan?" selamlama formunu o insan üzerinde kullanabilirsiniz. bunu siz dediğiniz kimselerle yapamazsınız. çünkü bakınız bu formun siz'li versiyonu henüz mevcut değil. "n'abersiniz lan?" diyemezsiniz. dahası sadece "n'abersiniz?" bile diyemezsiniz, tuhaf çünkü. emir kipi kullanamazsınız, anca rica edersiniz. koluna, burnuna, kafasına falan sebepsiz yere dokunamazsınız, çarpar. canını sıkamazsınız, patlar. tahammül bekleyemezsiniz çünkü, bu da kurallara aykırı.
işte bu yüzden siz'den sen'e geçmek eğlencelidir. tam tersi hoş değildir, zaten pek yaygın da değildir.
sen'den canım cicim tatlım'a geçişse tadından yenmez.
tabi bu mevzuda karşı tarafın tepkisi mühimdir. kimse kafasına göre tek taraflı belirleyemez bir ilişkinin yakınlık eşiğini. "nasılsınız hanfendii, istirham ederim?" diyen birine "ay iyiyim şekercim, senden vats ap?" den-mez. kafa atarlar alimallah.
işte böyle böyle kadirşinas okur.
ben önemsiyorum bunları. hani herkes yerini bilsin (bkz. seçkinci devletçi insan modeli) demek isterdim ama öyle değil.
arada duvarların yıkılmasına bayılırım ben. biri çıksın, hitaplar sözlüğümü biraz karıştırsın, sayfaları birbirine katsın isterim. çünkü bu da ayrı bi derinlik evet.

daha fazla konuşmuyorum tamam.

son bi şey: ben var yaaaaaa, o hediyemi aldım haberin olsun canım okur. hem de tahmin ettiğimden de önce. dün gece. istiklâl'de yürürken vitrinde afişi görüp duralayınca, işte beklediğimiz an diye fısıldadığım için.
mösyö'ye buradan teşekkür götürsün kısa pantolonlu fötr şapkalı cinler...

28 Ağustos 2008

raportör

badehane güzelmiş, gittik gördük. çok kalamadık ama orda bi badehane var, biliyoruz artık.
sonra efendime söyliim, bi anna var, bi mathia (umarım doğru yazıyorumdur) vaaaaaar.
sohbet yarım kaldı gerçi, çünkü anne aradı. geldim ben, kapıda kaldım koş dedi. mösyö koştu ben koştum, taksi bulduk. şoför iyiydi, çabuk gidelim dedik, dinledi, dolandırmadı. bizimle beraber sitres oldu ve bizi tam tamına 8 dakikada eve ulaştırdı. aferin ona.
mösyö centilmen oldu, çanta taşıdı. ben güldüm, anne mağrur yürüdü.
tin tin indik yokuşu.
sabah oldu, herkes işine koyuldu.
şimdi mösyö centilmenlik turlarında yine. anneyi ve kardeşi dolaştırıyor, evde sıkılmasınlar diye. allam yareppim, bugünleri de mi görecektik?
neyse kaçmam lâzım deli dolu okur. yemeğe bekleniyorum zira. hem de family dinner. yaaaaaaa.

artık rüzgâr dinsin. her mânâda.

masumiyet müzesi




o odada olmak istiyorum.
orhan pamuk'un yazı masasının olduğu odada. herhangi bir formda. meselâ kahve fincanındaki baloncuk, sallanan masanın ayağının altına yerleştirilmiş bi kağıt parçası, lâmbadaki parmak izi, halının püskülü, masaya bitişik ceviz yeşili döşeme kaplı koltukta uyuklayan kedi...
o yazsın ben seyredeyim istiyorum.
ama ben bu kitabın hediye olarak gelmesi ihtimalini çok seviyorum.
ben var ya cidden
sa-bır-sız-la-nı-yo-rum.
*fotoğrafın kaynağını merak edenler için: http://www.masumiyetmuzesi.com/

27 Ağustos 2008

dım tak cıs

bugün
anne gelecek, kardeş gelecek. valiz toplanacak. bazıları kalacak, bazıları gidecek. çok eşya var zira. ben yine birkaç parçaya bölüneceğim, eşya topladıkça dağılacağım.
anne faydalı bir organizmadır, gelir poğaça yapar, yeriz birlikte. beni illet eden şu pasaklı ev belki biraz temizlenir. tamam çok temizlenir, çünkü anne delidir. evi o hâlde görünce çamaşır suyuyla yıkamayı, alkol döküp kibrit çakmayı falan önerecektir, "he he yaparız yaparız" demek lâzım.
badehane güzel midir bilmiyorum, akşama görüciiiz. asmalımescit güzeldir ama.
ah tommasoo, şimdi istanbul'da olucaktın. yaaaaaa.
bak anna burda.
: )
{{{{{{{{{{}}}}}}}}}0

26 Ağustos 2008

a tribute to cemal süreya

sıcak bi görüntü hatırlıyorum senden. yani sıcak değil aslında, mevsim sonbahar... en çok da ekim ayı. akşam serinliği, hava yeni kararmış. caddeyi çıkıyorsun. ellerin ceplerinde, besbelli üşüyorsun. üçüncü ya da dördüncü kez görüyorum seni.
yüzünde kaynağını çözemediğim ince, parlak bir duman. birdenbire gelip konuyor ama. her şey birdenbire oluyor. sen gülümsüyorsun, ben huzursuz kıpırdanıyorum. repliğimi unutup yutkunuyorum. hâliyle yürüyoruz, teğet geçiyoruz birbirimize.
orada bırakıyorum, bir daha görmüyorum seni.
bıraktığım yerde, bıraktığım gibi bulmayı dileyerek. günün birinde.

şimdi

keşke bırakmasaydım seni,
ya da bıraktığım gibi kalsaydın orada öylece.

alçakgönüllü bir kış akşamı, bir bere, bir çift el
yüzünde bolca gölge, boynunda anlam veremediğim bir koku-suzluk
keşke yalnız bunun için sevseydim seni.

25 Ağustos 2008

spontan!

bu akşam eve sokak tabelalarını takip ederek geldim. hani böyle elimde bir kağıtta bir adres varmış da onu arıyormuşum gibi yaptım. mahsusçuktan yani.
böyühşehir belediyesi, takdir ettim seni. sende bu sistematik kafası oldukça sen istanbul'da bağdat bile buldurursun eminim. efendim yok istanbul'da adres ararken kaybolurmuş insan, yok çıkmaz sokak doluymuş, fasafiso bunlar fasafiso. gayet muntazam yapmış adamlar işte. tecrübeyle sabit diyorum size.


lâkin
şunu bilmeli: insan kaybolmak isterse bunu en iyi bir kılavuzla yapar.
şunu hatırlamalı: insan en çok tanıdığında ve bildiğinde kaybolur.
şunu önemsemeli: kaybolmak bir tercihtir ve arada kaybolmak lâzım gelir.

yemekte joan miro

saat altıda kapanan bir pera müzesi'nin kime ne yararı var sorarım size.
joan miro gelmiş gidiyor. gitsin. dünya gözüyle göremeyeceğiz demek ki.
son umudum cumartesi. bakalım belki.



acıktım ben. sahi akşama ne yesek?

22 Ağustos 2008

sadece Colin

bunu nasıl söylersem söyleyeyim hiçbir şey değişmeyecek.
kendi aklıyla zehirlenmiş insan kendi türünün dışındakiler için de en iyisini yine kendisinin seçeceğine inanıyor. Colin ölmeli, çünkü aptal balina bir tekneyi annesi sanıp emmeye çalışıyor. 6 gündür. çok çabaladı yetkililer ama olmuyor işte. yaraları da var, solunum problemleri de. öldürelim, çünkü bu daha insanî.
hem atları da vururlar.
hasta o hasta, çok acı çekiyor. iyilik yapıyoruz biz.
hasta yatağındaki babanı vurmak aklına geliyor mu hiç? neden yapmıyorsun?
aptal insan
aptal insan
aptal insan
aptal

güle güle Colin. açık denizler rüyana girsin her gece. annen o muhteşem sesiyle şarkı söylesin sana. özgür olabileceğiniz bir yer bulun birlikte. neresi olduğu mühim değil inan bana.

gözlerim o kadar çok yanıyor ki, ama aldırma sen, git. lütfen. hemen.

21 Ağustos 2008

1 mg gündem

ben bu yazı yaşamadım galiba.
sanki mayıs vardı, şimdi de eylül kapıda. hele temmuz, hele temmuz hiç yok bende.
haybeye günler, rot balans ayarı kaçmış biraz.
o yüzden ivedilikle geçsin bitsin istiyorum şu on gün de. ben evde sıcaktan koltuğa yapışarak, kucağımda bi mevye tasıyla sabahtan akşama kadar kitap okuyabileyim artık. çünkü yaz aşağı yukarı bu demek benim için. hem bitmemiş orhan pamuklar çok içerliyo gayrı... beyaz kale, yeni hayat ve öteki renkler. ama cevdet bey ve oğulları, benim adım kırmızı, kara kitap, kar ve sessiz ev cepte. durmak yok yola devam.
Ramazan İrbayhanov ya da Ramazan Şahin'e sevinmiş olabiliriz. Madalyalı sporcu madalyasızdan iyidir ve güreş diğer bilimum sporlardan yüce olabilir bazıları için. Netekim böyle coşkuyla karşılamış Radikal okurları İrbayhanov'un zaferini. Kanayan bir yaramıza parmak basmayı da ihmal etmemişler: hayır tamam Türk ama yeterince Türk değil, çünkü Türkiye'nin ekmeğiyle beslenmemiş, Türkiye'nin suyu dolaşmıyor damarlarında. Neden Türkiye'de yetişenler olamıyor şampiyon, neden onlar en birinci değil? Öbürü de diyor ki Hizbullah işareti yaptı Ramazan diyor, rezil rüsva olduk âleme diyor. Saf Türk olsa öyle yapar mıydı abiler ablalar, diğğ mi ama? DİYOR.
Ben de izlemeyin o zaman böyle yapacaksanız diyorum. Hoş ben sipordan ne anladığınızı, olimpiyatlardan ne beklediğinizi bilmiyorum ama örovizyon'a dönmesin ortalık, çok lütfen. biraz gayret.
Beşirlemeler gündemi yeterince pompalıyor şu aralar zaten. Dediğin gibi Beşircik, Türkiye seni çok seviyor. Hadi git gene gel, hadi gene yap gene yap...
Ha bu kadar abidik gubidik durum yetmiyorsa üstüne bir doz hasancelâlgüzellemesi tavsiye ediyorum size kuzum. kahvaltıdan önce alınız lütfen, yüzde kasılma ve gözde sinir atması yapıyor. uyarmadı demeyin sonra.

son olarak uçakları uçurmayı beceremiyorsak uçmayalım lütfen. uçaksız bir dünya da mümkün. doğamıza aykırı zaten uç uç kon, annemizden uçarak doğmadık ya.

20 Ağustos 2008

böğürtlen şarabı = mor şarap

böğürtlen şarabı istiyorum.
feci hâlde istiyorum. mümkünse bebek parkı'ndaki bir bankta, yağmurlu bi geceyarısında istiyorum. aylardan haziran olabilir. tepemizdeki ağacın yapraklarından kayan yağmur damlacıkları gözümüzün içine içine aksın istiyorum.
istiyorum bunları, yapılsın.

HIT 101 - introduction to hitaps and zamirs / SİZ vs. SEN

hayatta iğrendiğim bir insan tipi varsa o da "siz" hitaplı tartışma yapma kusurlusu insan tipidir. evet kardeşim dünya küçük, evet elimi şöyle bi sallasam senin duvarına çarpıyor. evet çoğu kere rahatsız oluyoruz birbirimizden, kolayını bulsak aşağı ittirip atacağız oyundan ama mahalleli aaaaaa kötü çocuk, pis çocuk, bok çocuk diye damgalar, mimleniriz diye korkuyoruz. bu yüzden sadece tartışıyoruz, tamam tartışalım. tabii ama'sı var. kocaman bir AMA.

şimdi bu tiplerin en tadından yenmez çeşidi nasıl olur biliyor musunuz? bilmem nerede yönetici pozisyonunda olamamış ama bi gün oturucam lan oraya'yı aklına koymuş, gerekirse üstüne bile otururum diyecek kadar gözü dönmüş bir hâlde ortalıkta dolaşan, hem de böyle takım elbise ve medeniyet yularıyla dolaşan çeşidi.

tam yirmi gündür aynı noktada beni alan servise bu sabah da aynı noktadan binmiş, insanları selamlamış yerime otururken arkadan bi ses:
- pardon hanfendi, sizi ordan değil de şurdan alsa servis bundan sonra, olmaz mı? şu tam iki adım ilerideki boşluktan. şimdi yok efendim araba yeşilde duruyor da, ben şoför olsam kızardım da bik bik bik.
- hmmmmm, şimdi şöyle olmakta beyefendi. burası benim için de uygun değil aslında, ekstradan yürüyorum ben buraya, lâkin servis şoförü beni buradan alabileceğini söylediği için buradan biniyorum. tabii dediğiniz gibi bir sıkıntı yaratıyorsa trafik açısından evet oradan da binebilirim.
diyorum ve önüme dönüyorum.
- yani şey hani yeşilde duruyor araba, şimdi karda kışta sorun yaratır. bla bla bla.
- yok beyefendi stajerim ben, bir haftam kaldı zaten diye çabalıyorum ben. hem dediğim gibi, benim için bir sorun teşkil etmez, iki adım daha az yürümüş olurum ben de.
- yani iki adım az-fazla. hani yani uygun olan...
iç ses fesupanallah diye böğürmekte. du yu andırsitend törkiş diyesim geliyor, ama sadece programındaki kelimeleri konuşmaya kadir bir android olmasından şüpheleniyorum, daha fazla zorlarsam kendini patlatır diye korkuyorum.
- tamam beyefendi, dedim ya sorun yok benim için de.
- tamam, sinirli KONUŞMA bana.
haytaraaaaa. duydunuz mu ne diyor beyefendi? SİNİRLİ KONUŞMA! diyor. hem SİNİRLİ hem KONUŞMA. hem de bana diyor bunu.
hayır sinirli değilim beyefendi; ben siz diye hitap ediyorum size beyefendi; nasıl bir yerde yetiştiniz siz beyefendi; kökleriniz suya, başınız göğe hiç değdi mi beyefendi...
hey yavrum hey. kime anlatıyorsam.

iki adım gidiyoruz, beyefendi arkadaşını servise aldıracakmış, burda duralım diyor küt diye. duralım dediği yer de arabaların karınca misali arka arkaya dizilip hızla sağa seğirttikleri hain bir dönemeç. servis şoförü keşke ileride dursaydık diyecek oluyor. yani ııııııı şey için, o (arkadaşı) aşağıdan geliyor da o yüzden diyor bizimki. arkadaşı arabaya binesiye bisürü korna sesi dinliyoruz hep birlikte. ben cama dönüp pufkurarak gülmek istiyorum. ama sonra yazık günah diyorum. yakın zamanda bir darbe yemiş olmalı bir yerden diyorum. yoksa yapmaz öyle şeyler diyorum.
bizimki anlatmaya devam ediyor yol boyunca: şimdi ben özelleştirmeye karşı değilim, ama iyi seçemiyorlar ki adamlar...hayır sektör bunu kaldırmaz ki... geçen müdürle toplantıdayken...

18 Ağustos 2008

uzun uzun konuşuruz bi gün, son istanbul beyi...

beni kör kuyularda merdivensiz bıraktın der eski bir şarkı.
yalnız insan merdivendir, hiçbir yere ulaşmayan demiş eski bir şair.
insanın insana verebileceği en değerli şey yalnızlıktır buyurmuş edip cansever.



yalnızlık bir lütuf olabiliyo en beklenmedik anda. birden.

kalabalıktım ben çok uzun zamandır, iç içe dış dışa. dip dibe. atmaya kıyamadığım şeylerle dolu oldu hep çekmecelerim, dolaplarım. yanından geçip gitmeye kıyamadığım insanlar oldu. hâlâ da var bir-iki tane. zaten hiç gidemedim ya ben neyse. yooooo, yalnızlık korkusundan sanmayın sakın; yalnızlığımı sevdim ben eskiden beri... küçükken de severmişim. misafirler kapıdan girermiş, ben ağlamaya başlarmışım. ta ki onların gitme vakti gelene kadar. türlü huysuzluk ve skandallarla annemi canından bezdirirmişim. ne zaman ki kapıdan çıkarlarmış, ben pür neşe koltukların üzerinde zıplamaya başlarmışım. gittiler de kafamızı dinledik azıcık, di mi anne dermişim.
amma velâkin gelenleri sevmediğimden değil, gelenler yanlış anlamasın beni sakın. sevdim ben gelenleri. gerçekten sevdim. hoş geldiler bana. zaten gelişler hoş olur her daim. nahoş olan gidişlerdir.
gelenler çeşit çeşittir; bazıları bi bakar çıkar, bazıları uzun kalır, manzaraya dalar (ajda pekkan'ın dediği gibi: bir vitrinime değil iklimime gelenler sorunsalı).
neyse hepsi gider sonuçta çünkü hepsi birdir ya sonunda.
gelenler hâlihazırda gidecek olanlardır. çünkü gelişler gidişleri zulada taşır. ben hâlâ beş yaşındaki o kız çocuğuyum çünkü; uzaktan ne kadar çok sevsem de komşunun oğlunu, bize gelmesini hiç istemem. gelirse bana karışır, benden olur, benim olur. benim olunca da sevmem ki artık onu. azıcık uzağa git otur, oradan seveyim seni derim. o da kızar hâliyle, oyunu bozar ve gider. geri geldiği de olmuştur bazen ama mahsusçuktandır o, göz boyamadır. annem kavga ettiğimizi anlamasın diyedir. her evcilik kuralına göre oynanmalıdır ya. gelenler hep pembe pancur bekler mesela.
peki ben ne beklerim gelenlerden? varlığıma ve kararlarıma saygı, duruşuma ve fikirlerime itimat, ruhuma biraz itina. okadarcık. daha fazlası yok.

uzun zaman dilimlerinden hep korktum ben. 8 sene uzundur mesela. 11 ay kısadır. 1 yıl 11 ay arada bir ölçüdür.
8 yıl gitmek için uzundur, 11 ay kalmak için kısa. ama beni 1 yıl 11 ay daha çok ilgilendiriyor şu sırada, çünkü tam bana göre, iki arada bi derede: en sevdiğim yerdir ikiarabidere. kararsız kâsım'ın namını bile çalabilecek kadar kararsızım çünkü. doğuştan bir kusur, neylersin. godsent, freeborn, natal falan.
dün gece yaklaşık bi saat önümdeki dondurma kabına baktım. ne kadar irade, nereye kadar tercih diye sordum kendime. bütün koşullar sağlanmışken gitmek, gerçekten gitmek niye mümkün olamıyor acaba? görünmez iplerle mi bağlıyız diye merak ettim şuursuzca. görünmez çelik halatlar gözümde canlanınca çok fantastik oldu, ürktüm.
arkasına bakmadan gidebilen bi insan olmak istedim hep. annem kırgınlığın çok büyük olsa arkana bakmazsın diyor ama ben öyle kolay ikna olmuyorum. "arkasına bakmadan giden insan" bir oksimorondur anne, diyorum. annem, canımıniçi, susuyor sadece. haklı.

şimdi aklımın içinde bir sirk çılgınlığı, beden biraz festivallere teşne.

15 Ağustos 2008

kaotik blues!

şimdi hazır hoşlandığımız adamlar kategorisine ufaktan bir giriş yapmışken, bu husustaki kişisel arşivimi kullanıma açmaktan gurur duyuyorum, ayrıca bunda hiçbir beis görmüyorum. bu tabii hoşlandığımız adamlar kategorisinden çok, güzel gözlü ve derin bakışlı adamlar tadında bir şey olma yolunda ilerliyor ama olsun. çünkü gözler ve bakışlar önemli.
yani şimdi efendim ben burada ne bileyim duyu organlarımı sıralayıp da beşinden birine torpil yapmış olmak istemem (mor saçlı kıza ve başka bi zat-ı muhtereme gönderme var burada, anladınız siz onu), ama en bayık ifadeyle gözler kalbin aynasıdır. kesinlikle.
ha bu posta bunları koydun da n'oldu kardeşim? diyebilirsiniz. hiçbir şey. bilogta liseli kız blogu havası estirdim biraz o kadar. değişiklik olsun diye o da. çünkü sıkıldım. çünkü yıllık iznimin bir bölümünü filânca yerde kullanamıyorum bu sene, çünkü annemi fena hâlde özledim, çünkü möhim kararlar bekliyor ama ben öteliyorum. kafamı uzatıyorum anca kapıdan dışarı, ama ayaklarım geri geri gidiyor.
sanki her şey bende gizli, sanki nefesimi tutarak sakladığım iki kelimeye ses versem başka bir boyuta geçeceğim. böyle ışıklı kapılardan falan geçip gideceğim, arkama bakmayacağım bir daha.
ama olmuyor tabii. çünkü biliyorum arkamdasın, biliyorum gidersem duramazsın, ve biliyorum arkamdan gelirsen gidemem. işte bu yüzden ya gelme, ya da sen git. anlıyorsun değil mi?

onun dışında kazara yazının burasına kadar okuyup gelmiş başka bir okur varsa da, böyle hafif ve naif konulardan girip sözü kaosa ulaştırmayı becerebilen birini okuma derim ben o okura. çünkü ben olsam okumazdım. tek kelimeyle saçma, bulanık ve kaotik. üçübiyerde.

onun da dışında, liste aşağıda işte. dursun orada, kime ne zararı var. bi on sene daha geçer, ben açar bakarım. a a ne garipmiş derim. nefes al derim, geçer.








































m.a.a.

ben bugün memet ali alabora gördüm. kendisi aşağı yukarı şöle bi şey:


yok bu fazla oldu, pardon. daha çok şöle bi şey:


saçlar kısa tabi şimdi. hey gidi günler, hey. ben çok aşıktım kendisine küçükken, buradan arsızca bildirebilirim. küçükken dediğim de benim ortaokul yıllarıma denk geliyor bu küçüklük, kendisinin de memoli yıllarına tekabül ediyor o hâlde. ıyyyyk demeyin çok rica ediciim, çünkü o zamanlar o vardı onu alıyorduk. yani urfa'da oksfırd vardı da...

şaka bi yana, ben hâlâ beğenirim kendisini, yani beğenirmişim onu gördüm bugün. gereksiz bir iş için yönlendirildiğim doplantı odasında bir memet ali alabora oturuyormuş, ama benim bundan haberim yok tabii. heyhat. ben sanıyorum ki alelade bi status, ne bileyim bi acans-etkinlik-sponsorluk görüşmesi. yine bir nevî sponsorluk görüşmesi imüş ama daha bi sosyal sorumluluk işi falan; beyefendi o yolda hızla ilerliyor ya. aktivistlik falan gırla gidiyor bu aralar.

neyse işte öyle. ben dalıyorum odaya, kendisi böyle beyaz gömlek, kot pantolon, el kol falan konuşmakta, procesini anlatıyor zaar. beni fark ediyor, gülümsüyor. ben ııııııııı diye duralıyorum bi an, sonra başımla selâm veriyorum. o yine anlatıyor. ben alacağımı alıp vereceğimi verip çıkıyorum. acayip bi ışık yayılıyor gözlerinden, azcık daha bakarsam odadan çıkamam diye korkuyorum.

ofis dalgalanıyor biraz, ayyy çok zayıfmıııış, ay olur mu, görmedin mi ne kadar fit, hayır ben severim yani edepli çocuktur, bıdı da bıdı yapıyorlar. sonra geçiyor.

ben şaşırıyorum, ne çabuk büyüdük/yaşlandık diyorum, zaman diyorum, mekân diyorum, neyse diyorum ve klavyeme dönüyorum.

bu da böyle bi anımdır blog.


13 Ağustos 2008

mevzu üsküdar'da gün batımı ise;

michel fugain
un beau roman-une belle histoire

bugünün şarkısı olsun bilog, olmaz mı? gitar olsun sadece, başka enstrüman istemez.
damardan olsun, bizden olsun zaten.

elde var 16


şimdi bi gün bi yerde 16 (rakamla), evet tam on altı(yazıyla) +3 kum torbası, çin malı bi filikayla deneye çıkmışlar. bi nevi test sürüşü yani.
bişcik olmaz canım, hadi binin binin demişler, hayat kurtarıyoruz demişler. belki evlâtlarımız, bacılarımız da demişlerdir ama orasını bilemiyciim.
sonrası bum sonrası cıs. cıs demişken evet yüreklerdeki o hazin ses, hâlâ hissedebilenler için. diğerleri içinse tamı tamına 104 tane oldu hacı, rekora koşuyoz oolum, kimse bizim kadar işçi öldüremedi böbürlenmesi. kuvvetle muhtemel.
işte o on dokuzun üçü puf. geri kalan on altısı bir sonraki filika test sürüşü için sıranın kendilerine gelmesini beklemekte. cinayet mahallinde ise tatil ilân edilmiş. sırf işçiler bodrum gümüşlük'teki yazlıklarına gitsinler, gidebilsinler diye.


sana haksızlık ettiğim için özür dilerim sevgili başbakanım. sen en az 3 çocuk doğurula derken yerden göğe kadar haklıydın. çünkü biz ancak bu yolla çin olabilirdik ve eğer çin olursak eksilen üç-beş kişinin hesabını yapmazdık, mutlu bile olurduk. kendi üretimimiz olan filikalarda yorganı başımıza çeker sessiz sessiz yaşardık.

12 Ağustos 2008

alelade bi öğleden sonra

samimiyetsizlikten sı-kıl-dım! cidden çok sıkıldım.
herhangi birini kıvrak bi kafa hareketiyle asansöre gömesim var ama yapmıyorum, ve evet yapmıyorsam bir sebebi var.
şuradan biri çıkıp da ah, öyle mi hissediyorsun balım? vah vah şekerim! falan der diye de ödüm kopuyor.
ay çok yedim vallaha bugün, ay neden böyle oldu billllmiyoruuuum, akşam spora gidiyoroom, hafta sonu kocamın yatıyla turluyorum, yunan adaları'ndan geliyorum, aşığım oralara biliyoo musuuuuun? diye göz süzerken maskaralı kirpiklerinin birbirine yapıştığını bile farketmeyen orta yaş krizinden mustarip hatun kişilerden çok sıkıldım.
sağında ya da solunda tesadüfen/mecburî bulunan kadınlara ayy, seni sevimsiz böcek mahiyetinde bakanlara söz bile sarfetmiyorum, görüyorsunuz.
çünkü biliyorum ki hayattan alacağı var bu kadınların; yayları her daim gerilmiş vaziyette olduğu için kapasitelerini aşan yüklemeleri, ilk fırsatta en yakındaki müsait negatif iyona aktarıyorlar.
hayır şekerim, ne var yani, ne gerek var çalışmasına kocasının durumu iyiyse, kendine zaman ayırabiliiir duruşu. bende tuhaf bir kıpırdanma hissi. evet kişisel gelişim, sosyal sorumluluk falan fülün herhalde.
ama yok diyorum iki dakika sonra, çok safsın heidi diyorum. hemen öğreniyorum ki kadının kişisel gelişim seansları, amerika'da yaşadığı lüks sitenin havuzunda güneşlenerek geçirdiği öğleden sonraları ve kocasının en sadık aksesuvarı olarak teşrif ettiği davetler, havuz başı kokteyleri, bırançları.
bu hayata öykünen, derin bir iç çeken diğer kadınlar. ay zengin kocam gelse, çekse çıkarsa beni bu hayattan nîdaları.
ve bittabî bu yazıma fon müziği olarak katkılarını sunan ay disgassting bu! isyanı. sıpeşıl tenks to it ve işte bunu seviyorummmm.
evet ofisten bildiriyorum ben, çok mu belli oluyor?
ve teşekkürler sana rahmi amca (koç). nasıl fahriye abla en sevdiğimiz komşumsa sen de mahallenin her daim sinekkaydı tıraşlı ve aftırşeyvli, zengin emeklisi tonton amcasısın.
heidi bugün iş dünyasını derinden tecrübe etti, yehüüüüüü.

11 Ağustos 2008

three birds flew over my nest.....

tren garı-tramvay rayı-turuncu oda-yokuş aşağısı-kampüs-manzara-sohbet/muhabbet-bebek/yemek-ortaköy'de bir takı tezgâhı-dondurma(kocaman böle)-istiklâl-asmalı mescit-limonata-çıkmaz sokaklar-karasu(ayaklara ineninden)-vazgal-araf-hey taksi-uyku-günaydın-marputçular han-buhur,ıspanak tohumu ve deniz kabukları-kadıköy vapuru-balığı-ekmeği-baylan'da kup griyesi-vedası-elvedası......
bu da işte naçizane iyi ki geldiniz yazısı.

elhamra

değişiklik yaptım ben, uzun zamanlardan sonra. (sen henüz göremesen de bu değişimi sevgili okuyucu, sabır sebat diyorum ben sana. elbet göreceksin çünkü. en geç bu akşam görünür kılmaya gayret edeceğim, sırf senin hatrın için).
nedenine gelince: siyah iyidir, yalındır özdür. ama bazen renk gerekir, hem de feci hâlde gerekir. işte o zaman bi tıkla aydınlanır (mış) bilog. yeni öğrendim ben.
ama hayat böyle değil bittabî. ufacık bir değişim için yıllar gerekebiliyor bazen. belki daha da fazlası. hem her zaman sonuç müspet olacak diye bir kaide de olmoor, olamoor.
zaten "değişik" öyle bir kelimedir ya: nasıl buldun yeni tarzımı? hmmmm, değişik. nasıl yani, iyi mi kötü mü? bi şey söyleeeeee.
söyle ki garantiye alayım kendimi. çünkü bir şey illa ki olumlu ya da olumsuz olmak zorunda.
ama şu zamanlar öyle zamanlar değil, di mi bilog? ikimiz de biliyoruz bunu. çünkü yer sarsıldı azıcık. tutunamayanlara öykündük belki kim bilir. neyse maksadımız sebep/neden-sonuç ilişkisi kurmak değil şu anda. çünkü bu maksadını aşmak olur, biiiiiiir ve ben çok çok çok karışığım zaten, bu da iki. arsızım bi de çoğu zaman. sustum ama ilk defa. sahiden.


an itibarıyla masamın ilginç bir manzarası olduğunu, yani beklenmedik bir binaya baktığını keşfettim. ama ısrar etmeyiniz, neresi olduğunu asla söylemem, söyleyemem.





gayrışahsî mühim not: perihancım madencim döktürmüştü yine cumartesi günkü radikal'de. bi okuyun derim ben.faideli çünkü. gönül açmasa da göz açıyor,açtırıyor.

6 Ağustos 2008

dis is bızinis,o ye!

asansör panellerine bakmaktan yorulmuş bir bünyem var benim. mütemadiyen in-çık in-çık. 5-8-17-22. bazen de 3-6-9 olabiliyor,gülüyorum ben o zaman.
yerleşik hayat mı? ah monşer, uzak diyarların tatlı fısıltısı o, ne bileyim böyle uzaktan hoş gelen kaval sesi falan. evet bildiniz, fareli köyden gelen kavalcının kavalından bahsediyorum. hem o kavalcı her neredeyse alsa götürse beni ne güzel olur ya neyse.
taş bina olduk taşlaştık, daha dün annemizin kollarında yaşarken şimdi gökdelenlere doluştuk. görüş alanımız bilmem kaç metre yükseklikten sonrasını kapsıyor ya artık, zihin de belli bir aşamanın altındaki şeyleri dikkate almayı reddediyor galiba. hop gelsin maddeler; bir tık iki tik, sen git sen gel, oldu da bitti maaşallah! hani o mükemmel ayrıntılar, mini mini detaylar? hiç işte.
kasvet kasavet yani. şööölelemesine ferah feza, salon salomance bir metre kare bi alan olsa şurda, hiç çıkmam içinden herhalde. gökyüzü yakın yer yüksek burada. arada sıkışıyor insan malumunuz.



günün özü: ascık mum kokusu,karanfil dumanı, bi de limonlu dondurma içimizi açsın, günümüzü aydınlatsın. trallalallalalalala.