22 Ekim 2009

cingıl bels, cingıl bels, cıngıl cıngıl...

yuh! ayıp! ayda bir mi yazı girilir! cık cık cık.
----- açılış ve kendini kınama (self-reproach mı self-condemnation mı acep?) konuşması sona erdi. şimdi sırada asıl metin var-----

ya bak nasıl heyecanlı bi giriş yapmıştım. halbüse neler neler yazacaktım... ilk cümleden sonra vazgeçmeyeydim olurdu belki. allahım bir hastalık bu! yazmaya karşı isteksizlik rahatsızlığı.

en disleksik halimle kafiyeli reveranslardan bir demet... saçmalığın bini beş (evet evet, tam beş) para... en şizofrenik ve obsesif halimle kol kola girmiş bir kompalsiyon, palandöken'de bir palan iki döken. bitlis'te beş minare...
hayır, dün gece annemlerle konuşurken telefonda ağlamadım, hayır evdekileri hiç özlemedim, hayır onlar benim ağladığımı hiç anlamadılar... -------aha! self-denial!-------

geçen hafta emirgan, gürgen ağaçları ve ilkokul resim-iş defterim üzerine yazdığım notumsu yazıyı burada paylaşmıyorum. berbat olmuş çünkü. bence.
karnım acıktı ve biraz uykum var. hayır, yıldırımcım türkercim, bu sabah yataktan pek aksi kalkmadım ve köpeğin maması bitmemişti.

özlediklerim -tam da ben klavyedeki harflerin kafasına basıp bu yazıyı formalize ederken, tam da o saniyelerde yani- onları özlediğimi hissetsinler.

-o kadar uzun zaman yazmazsan işte böyle kusmuk tadında bir yazı çıkar ortaya!
-kusmuk tadında mı? öyyyk, iğrenç.
-pardon, kusmuk biçiminde demek istedim.
-üfffff.
-aman kusmuk dokusunda, formunda, görüntüsünde...
-iğrenç.
-eehhhh, ne yapalım. kusmuk iğrenç demek ki. yanına ne gelirse gelsin.
-(?)...

thomas kyd ve shakespeare ortaklığı ilginç bir keşif. zaten spanish tragedy, zaten hamlet...

başka ne yazsam, ne yazsam da insanları bütün yazıyı okuduklarına pişman etsem. ha, buldum.
bak, bu valla güzel bir şey. youtube'a bir şekilde ulaşmanın yolunu bulduğunuzda arama kutucuğuna "indian jingle bells" yazarsanız başlıkta ne demek istediğimi göreceksiniz bence. hı hı, ebet.

5 Ekim 2009

keskelalaka faysal bir yazı

filmekimi kuyruğu hiç bu kadar şen olmamıştı. sabah poğaçası hacı bekir'dendi. monşer kahve yetiştirdi. gelmişken sadece poğaça almak olmazdı; hacı bekir lokumu ve akide şekeri de işin kremasıydı. ceketimin arkası yüzyıllık inşaat duvarına dayanmaktan beyaz tozlara bulanmışken önü de pudra şekerine bulanmıştı. olsundu, sigara bile ayrı bi lezzetliydi. 5 saat su gibi akıp geçti. iksv beni bu sene biraz üzdü. sahtekarlık yaptı, yalan söyledi. coen'i getiremedi, onun yerine koyduğu filmleri gala fiyatından sattı. bense bütün bunlara rağmen annemi doğrucu davut kovalamış gibi gidip tam bilet aldım, emek sineması görevlilerini çok rahat kandırıp hâlâ öğrenci olduğum simulasyonunu zevkle yaratabilecekken... olsundu, filmler heyecan vericiydi. tam dört adet bilet, gelecek iki hafta sonumu ışıklandırmak için beklemekte. altın çağdan öyküler beni özellikle heyecanlandırıyor, hadi bakalım hayırlısı.

______
melmoth için ekmek arası not: bi ara vakit bulursanız biletlerimizi yarıştıralım lütfen. gerçi sizinkiler kesin döver benimkileri ama yine de dövüştürelim. hem kim bilir belki ortak filmlerimiz vardır, hatta belki yan yana otururuz, neden olmasın.
______

kuyrukta beklemenin acısını ancak kadıköy vapuru alabilir diye düşündük o vakit kesin biz. yoksa niye gidelim kadıköy'e, çiya sofrası'na falan. niye çay içelim rıhtım'da. niye baylan'a sızalım akşamüstü, bir kap kup griye uğruna. ve niye üzülelim baylan'ı pastanelikten çıkıp kahvehane hâlini almış görünce. niye içlenelim oturup kup griye yiyeceğimiz masaların dedikoducu kadınlar ve alışverişe giden karılarını pusetteki çocuklarıyla bekleyen modern kocalarca saatler boyunca işgal edilmiş olmasına. yine de rıhtımda bir bardak elma suyu ya da çay içecek masayı bulduğumuza niye sevinelim. ani ve delicesine yağan yağmura rağmen.

sonra, başka bir ülkede geziyor gibi olmak vapur denizin üstünde yüzerken ve inanmaya davet etmek üzerinde kaydığımız şeyin tuzlu su değil de buz kütlesi olduğuna. zira o kadar beyaz olamaz hiçbir deniz...

kendimi özlemişim ben yahu. kendimle oturmayalı ne kadar çok zaman olmuş. kendimce bir şey yaratmayalı. o yüzden içimde bir şey kıpırdıyor demek ki duvardaki kolaj çalışmasını seyredalınca. kendimce ürettiğim basit bir şey ama değerli kendi meşrebince. detaylı ve mühim, bunca zaman sonra meydana geldiği için.

nazlı hanım'ın tam da şimdi almanya'dan dönmesi ne kadar iyi oldu, nurcan hanım'ın nöbeti devralır gibi almanya'ya uçması da olmasaydı geçen hafta, neredeyse bağrıma basabilirdim almanya'yı.

bu kadar kopuk bir yazıyı bir şarkıyla kapatmak ister deli gönül: moulin rouge filminden, el tango de roxanne. dinlemeyenler dinlesin lütfen.

son ve keskelalaka bölüm:
sahi ne derdin sen bana, unuttum sanki. karanfilim vardı, güzelim de olabilir.
yok yok, gel bakalım buraya, küçük aptal, küçük sevgilim benim, çocuk sevgilim benim... filan falan. böyle bir sevgi yok biliyorsun, değil mi sevgi faşisti, katı ve şekilsiz sevgilim.
gözlerin yanıyor şu anda muhtemelen, öyle hissediyorum. korkma, bu da geçecek. bir tek kokum kalacak, tişörtünün yakasında ve hırkanın düğmelerinde. bir de tuhaf bir sıcaklık avuç içlerinde ve joker'in bıçak yaraları misali gülünce daha da çok açılan ağız kıvrımlarında. korkma, sonra o da geçecek.